Cuma, Aralık 29, 2006

Eskiyi Getir Yeniyi Götür: 2006 çıkarken...

Hani pek çok yerde gördüğümüz bir mizansen vardır: eski yaşlanmış bir adam olarak çıkarken yeni yıl da bir delikanlı olarak kapıdan girer...Bu yazıyı gördüğümde de aklıma o mizansen geldi. Keşke bu kadar kolay olsaydı herşey diye düşündüm. Eski bir yıl çıkarken onu buruşturup çöp tenekesine fırlatıverseydik ne güzel olurdu. Ama olmuyor işte, olamıyor. Yaşanmışlıklarla geçen bir yıl hatta geride kalan onca yıl öyle kolaycacık bir köşeye terkedilemiyor. Bu yıllar kümülatif bir şekilde birikiyor ve doğan her mahlukat "yeni" gelen yılla biraz daha "eskiyor"...Peki nedendir bunca telaş, bunca heyecan bunca tantana... İlle de kırmızı don giyen, etrafı süsleyen, evinin ortasına çam ağacı konduran, çılgınca alışveriş yapan insanoğlu dışında var mıdır kutlayan yaklaşan "son kullanma tarihini"? Varsa dahi vallahi ben bilmiyorum.Ama yine de sıradan bir insanoğlu olarak bir yıl geçip giderken hem hüzünleniyor hem de yaklaşan yılın nelere gebe olduğunu merak ediyorum. İşin en kötüsü "umut" ediyorum. Yeni yılın sihirli bir değnekle geleceğini sanma gafleti içinde ülkeme ve dünyama sanki birden mutluluk bulutları inecekmiş hissine kapılıyorum. Sanki savaşlar birden kesilecek, salgın hastalıklar, salgın olmayan hastalıklar,açlık,fakirlik birden sonlanacak, insanlar kardeş oldukları fikrini içselleştirecek ve farklılıklarıyla birbirini kabul edebilecek, ekonomik refah halka halka dünyamın en ücra köşesine kadar yayılacak, toprakları ve kafaları ayıran sınırlar kalkacak, isteyen istediği coğrafyada yaşayabilme özgürlüğüne kavuşacak, işkenceler, fiziksel şiddetler, çocuk pornoları, cinsel istismarlar, hayvanlara yönelik zulüm son bulacak, insan yaşadığı doğanın ne büyük bir nimet olduğunu kavrayacak ve ona göre hor kullanmayacak...Dünya ütopik bir oluşuma girecek...
Haberciler insanlara "yeni yıldan beklentilerini" sorduklarında nedense hep o klişeleşmiş cevapları alıyorlar. "2007' de dünyaya barış, sağlık, ekonomik refah ve mutluluk gelsin." Gelsin de 2006 ve öncesinde de bu dilekler dile getirilmemiş miydi? Pek çok insan bu dilekleri paylaşıp, ifadelendirmiyor muydu? E peki nerede o zaman barış, nerede ekonomik refarh, nerede mutluluk. Bu işte bir gariplik yok mu? Hem isteyeceğiz hem de bu istekler için en azından bireysel düzeyde bir çaba göstermeyeceğiz (sözüm çaba gösterenlerin dışına). Var mı böyle çok yüzlülük?
Ben 2007 gelirken insanlık için "akıl, fikir ve yürek" diliyorum. Bunlar olmadı mı dünyamız için de ülkemiz için de bi mok olmaz.
Not: 2006' da ben bol bol ders çalıştım, 2007' de de öyle yapacak gibi görünüyorum. Bir dostumu Ankara' ya emanet ettim, Ankara' dan da dost doğru bir dost edindim. Teyze oldum, teyze olacağım haberleriyle coştum, dostlarımı dünyaevine gönderdim, dost meclislerinde doydum, kaybettim sandıklarımı buldum. Bir blog sitesi kurdum ve yeniden eski gunlerimdeki gibi yazmaya başladım. Geliştim, daha da gelişmem gerektiğini, okunacak, öğrencek çok şeyin olduğunu bir kez daha anladım. En son 2006' nın önemli olaylarını fotoğraflarıyla aktaran NTV almanağını ve muhteşem fotoğraflarıyla "O'an"lar kitabını edindim. 2006 çıkmadan size de bir an önce bu yayınları edinmenizi tavsiye ederim. 2007 hepimiz için iyi bir yıl olsun.
Dostlar size de yeni yılda bol okumak, çok yazmak, yazılanları paylaşabilmek, paylaştıkça çoğalmak ve bunları yapmak için de aşk diliyorum...İyi yaşayın.

Perşembe, Aralık 28, 2006

KURBAN BAYRAMINDA ÇOCUKLARA ÖZEN GÖSTERİLMELİ

11-12 yaşlarındayım. Hiç unutmuyorum babam bir ay öncesinden Kurban'da kesilmek üzere alnında beyaz bir lekesi olan kara bir kuzu almıştı. O kuzuyu evin altındaki depoya koymuş, biray boyunca beslemiş sonra da arabaya koyup İzmir' e götürmüştük.Öyle karga tulumba bir vaziyette değil, ağalar paşalar gibi. Annemle ben ön koltuğa sığışmış, arka koltuğu komple kaldırmış, kuzumuzu o alana yerleştirmiştik. Kuzu olarak aldığımız hayvanı bir ayda koça çevirmeyi de başarmıştık ayrıca. Kurban olarak alındığını ve eninde sonunda kesileceğini bilsem de çok direnmiştim kestirmemek için. Annemle babam da çok üzülmüştü onun kesilmesine ama ne başka bir kurbanlık alma durumumuz vardı o sıralar ne de o hayvanı uzun süre besleyecek mekanımız. Çaresiz kesilmişti bayramın 1. günü ve eve getirilmişti cansız bedeni, kafası, bacakları.Nasıl üzülmüştüm o masum yüzünü gördüğümde.Annem kavurmasını yapıp tüm aile masaya oturduğunda "bak bu bizim kuzumuzun eti" demişti. Ben ölen hayvanımızın yasını tutuyorken annem nasıl böyle bir şey diyebilirdi? İşte o an kurban da et de bende bir nefretin oluşmasını sağlamış,uzunca bir süre kırmızı ete ağzımı kapatmama neden olmuştu. Kurban bayramları bende bu anının canlanmasına neden olur. Çocukluğumda ve ilk gençliğimde (hala gencim de) bayramın birinci günü odamdan hiç çıkmama, özellikle mutfak dolaylarında bulunmama gibi bir lüksüm vardı. Şimdi o da yok maalesef. Yine de dayanamıyorum kan gölüne dönmüş sokakları görmeye, taze ve kavrulmuş et kokusu duymaya... Aşağıda sevgili hocamız S.Değirmencioğlu ve öğrencilerinin kurban bayramı ve bayramda çocukların durumu ile ilgili hazırlamış olduğu bilimsel çalışmalara dayalı bir basın bildirisi var. Bu önemli konuyu sizlerle paylaşmak istedim. Bu çalışması için hocama ve ekibine teşekkürlerimi sunuyorum...
Beykent Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Serdar M Değirmencioğlu ve İstanbul Bilgi Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğrencileri Can Gezgör ve Okan Karka, her yıl Kurban Bayramı arifesinde ortaya çıkan kurban tartışmalarında, kurbanlık hayvanlar nerelerde satılabilir, kurban kesimi nerede nasıl yapılabilir, kurban derileri kimler tarafından toplanabilir gibi konular ele alınırken çocukların unutulduğunu vurgulayarak, özellikle kurban kesimi sırasında psikolojik olarak hazır olmadıkları görüntülerle ve deneyimlerle karşı karşıya kalan çocuklara özen gösterilmesi ve destek verilmesi için çağrıda bulundular. Değirmencioğlu, Gezgör ve Karka bu çağrıya kulak vereceklerin kullanabilecekleri kaynakları oluşturmak üzere hem bilimsel literatürü taradı, hem de kurban kesimi hakkında öğretmenler, anne babalar ve çocuklarla görüşmeler yaptı. Değirmencioğlu ve öğrencileri literatürdeki araştırma sonuçlarını, uzman görüşlerini ve yapılmış görüşmeleri Kurban Bayramı öncesinde kamuoyunun dikkatine sundular. Kurban Bayramı ve Çocuk Araştırması Kurban Bayramı, çocuklar için ölüm kavramının en çok tekrarlandığı zaman olmasına karşın çocukların bu dönemde yaşadıklarının pek önemsenmediğinden yola çıkan Değirmencioğlu ve öğrencileri çalışmalarının ilk adımında, çocukların ölümü nasıl algıladıklarına ilişkin literatürü araştırdılar ve özellikle çocukların özel bir bağ kurdukları evcil hayvanların ölümlerine verdikleri tepkileri ele alan bilimsel makaleleri, kitapları, çocuklar için yazılmış masalları incelediler. Araştırmalar çocukların ölümü yetişkinlere benzer bir şekilde kavrayabilmesinin gerek okul öncesi dönemde gerekse ilköğretim çağında mümkün olmadığını ve ölüme ilişkin deneyimlerin çocuk için zor baş edilen deneyimler olduğunu göstermekte. Çocukların ölüme ilişkin yetersiz bilgi ve destek edinmelerinin onları hem kısa hem de uzun süreli etkileyebildiği biliniyor. Örneğin, çocuklar çok sevdikleri evcil hayvanların ölümünü anlamakta zorlanıyorlar ve bu nedenle çok üzülüyorlar. Çocukların küçük yaşta ölüme, can çekişmeye ve kana şahit olmaları, anlamakta güçlük çekecekleri bu olaylar nedeniyle önemli düzeyde tedirgin ve rahatsız olmalarına yol açabiliyor. Değirmencioğlu ve öğrencileri çalışmalarının ikinci adımında, özellikle Kurban Bayramı öncesi eve getirilen hayvanla çocukların ilişkisi üzerinde durdular. Topladıkları bilgiler, yıllardır birçok çocuğun kurban olarak eve getirilen hayvan ile duygusal bir bağ kurduğunu ve bayramda bu hayvanın kurban olarak kesileceğinin çocuğa söylenmediğini veya çarpıtılarak aktarıldığını gösterdi. Çok sevdiği hayvanını kaybeden çocuğun üzüntüsünün, çoğu zaman anne baba tarafından anlaşılamadığı ve bu konuda çocuğa verilmesi gereken desteğin verilmediği de görüldü. Çok sevdiği bir hayvanın kurban olarak kesilmesi nedeniyle birçok çocuğun etten uzaklaşması ve hatta hiç et yememesi de sık rastlanan öyküler. Kurbanın eve getirilmediği, hayvanın çocuğun haberi olmadan kesildiği veya kurbanlık hayvan alınmayan evlerde ise, çocukların kurban kesimini özellikle televizyon aracılığı ile tanıdığı ve televizyonda gördüğü hayvanın eziyet görmesi, hayvana zor kullanılması gibi kötü muamele ve şiddet içeren olaylardan rahatsız olduğu anlaşıldı. Değirmencioğlu ve öğrencileri çalışmalarının bir diğer adımı olarak, Kurban Bayramı ve kurban kesimi hakkında anne babalar, öğretmenler ve çocuklardan görüşlerini ve deneyimlerini topladılar. Ayrıca uzmanlara Kurban Bayramında çocuklara nasıl davranılması gerektiğini sorarak, bu görüşleri kamuoyunun dikkatine sundular. Kurban Bayramı ve Çocuk Araştırmasına bayramda da devam edeceklerini bildiren Değirmencioğlu, Gezgör ve Karka, araştırmanın hedefinin ailelerin ve toplumun, çocukları ölüm kavramı karşısında yeterli oranda ve doğru şekilde bilgilendirmeleri ve çocuğun yaşayabileceği duygusal sorunların önlenmesi olduğunu vurguladılar. Kurban Bayramında Çocuklara Nasıl Davranılmalı – Öneriler Çocuklara kurban edilen hayvanların ölüm nedeni ile ilgili açıklama yapılırken yanlış, yetersiz ve bazen çocukta endişe yaratabilecek bilgiler verildiğine dikkat çeken Değirmencioğlu, Gezgör ve Karka, ölüm nedenlerinin dürüstçe ve çocuğun yaşına göre çocuğa söylenmesi gerektiğini önemle vurguladılar. Örneğin, “Çok iyi bir hayvandı ve Allah onun kesilmesini istedi” denilerek yapılan bir açıklama, çocuk için “iyilik yapan canlıların öleceği” anlamına gelebilir ve çocuk iyi davranışlarından vazgeçebilir. Aynı şekilde “Bak, beslediğimiz kuzunun etini yiyoruz” şeklinde yapılan bir açıklama, çocuğun et ürünlerinden uzun süreli olarak uzaklaşmasına neden olabilir. Araştırmacılar, çocukların Kurban Bayramı’nda psikolojik olarak olumsuz etkilenmemesi için şu önerilerde bulundular: Ø Çocuklar kurban kesimini izlemeye zorlanmamalıdır. Özellikle okul öncesi dönemdeki (6 yaş öncesi) çocukların kurban kesimini görmemesi gerekir. Çocuklar 8 yaşından başlayarak kurban kesilmesinin anlamını kavrayabilirler ama 10 yaş öncesinde ölüme ilişkin kavrayışları yetersiz olduğu için yine de rahatsız olabilirler. Bir dini görev olarak kurban kesilmesi kavramı özellikle 11 yaştan sonra daha iyi anlaşılabilir. Ø Çocuklar hangi yaşta olursa olsunlar, istemiyorlarsa kurban kesimini izlemeye zorlanmamalıdırlar. Ø Çocukların yanında kurban kesiminin konuşulması ve ayrıntılı olarak anlatılmasından kaçınılmalıdır. Ø Çocukların bir süredir baktıkları ve bir ilişki kurdukları hayvanların kesilmesi, 10 yaşından küçük çocuklar için özellikle rahatsız edicidir. Bu nedenle kurbanlık hayvan ya evde beslenmemeli, ya da kesileceği çocuğa dürüstçe anlatılmalıdır. Bu aşamada çocuğun yaşına göre açıklama yapılması ve kullanılan kelimelerin özenle seçilmesi önemlidir. “Uykuya daldı”, “Zaten ölecekti” “Kaza oldu” gibi açıklamalar kullanılmamalıdır. Özellikle çocuğa haber verilmeden kesilen bir hayvanın daha sonra çocuğa yine haber verilmeden, “Kestik ve bak ne güzel yedik” gibi açıklamalarla yedirilmesi çocuklar açısından çok rahatsız edicidir. Ø Çocuklar hangi yaşta olursa olsunlar, istemiyorlarsa kurban eti yemeye zorlanmamalıdırlar. Ø Çocukların ölümle ilgili ya da ölümün ardından yaşadıklarına ilişkin sorularına açık ve net cevap verilmelidir. Ø Çocukların duygularını anlatmalarına izin verilmelidir. “Erkekler ağlamaz” gibi ifadeler kullanılmamalı ve çocukların anlattıkları dikkatle dinlenmelidir. Çocuğun üzüntüsüne ve yasına anne baba ve diğer aile üyeleri ilgi göstermeli ve değer vermelidir. Üzüntüsünü paylaşırken “Boş ver!”, “Seneye yenisini alırız.” gibi geçiştirici cümleler sarfedilmemelidir. Ø Televizyon kanalları kurban kesimlerine ilişkin görüntüleri, kan ya da parçalanmış hayvan görüntülerini vermekten kaçınmalıdır. Anne ve babalar çocuklarını bu görüntülerden uzak tutmalıdırlar. Ø Kurban Bayramı sırasında yaşananların, çocuğu çok etkilediği ve davranışlarında önemli değişikliklere neden olduğu (örn., uyuyamama, yemek yememe gibi) görülürse bir uzmana danışılmasında yarar vardır.

Salı, Aralık 26, 2006

yasemin sannino-birdenbire (from

Geçen gün bahsettiğim "Cahil Periler" filminden Andrea Guerra' nın Birdenbire parçası eşliğinde bir alıntı. Youtube ve ekleyenin eli dert görmesin.Zevkle seyredin.ben öyle yapıyorum.

Nip / Tuck

Favori dizilerimden biri olan Nip/Tuck' ın bu haftaki bölümünde çok önemli bir konu olan ırkçılığa ve ırkçılıkla oluşan psikolojinin "beden imgesi" üzerindeki bozucu etkisine kendi kışkırtıcı diliyle güçlü bir vurgu yapıldı.
Olay kısaca şöyle gelişti: "Matt ve sevgilisi okul bahçesinde İsa'nın doğumunun "siyah" olarak sembolize edildiği heykelcikler gördüler. Matt' in sevgilisi İsa' nın siyah haline fazlasıyla bozuldu ve bunun Hristiyanlık dini, gelenekleri yozlaştırmak, insanların inanç sistemine de hakaret olarak yorumladı (Türkiye' de olsa TCK' nın 125. ve 216. maddeleri kapsamında savcılığa başvurabilirdi.). Neyse bunun üzerine Matt' i ikna etti ve bir gece vakti heykelcikleri alıp beyaza boyayıp yeniden yerine koydular. Heykelleri boyarken de sevgilisi kendi gerçeğini ve bu gerçekle ilgili korkularını Matt'le paylaştı. Büyük büyük annesi "siyahtı", her ne kadar pür-i pak bir insan olsa da kendisi siyah geni taşıyordu ve herhangi bir zamanda bu gen hortlayabilirdi. Böyle bir durumda da babası artık onu sevmeyecek ve siyah ırka mensup bir çocuğu olmasını istemediği için reddedecekti. Bu nedenle Matt' ten annesinin güzellik merkezinden "renk açıcı" bir krem getirmesini istedi. Matt bunun ne kadar hastalıklı bir düşünce olduğunu açıklamaya çalışsa da isteği kabul etti ve bir psikolog kart viziti ile birlikte kremi sevgilisine getirdi. Kız, arzudan gözü dönmüş bir şekilde kremi aldı, Matt' in yan etkileri ile ilgili açıklamalarını dinlemeye bile gerek duymadan bembeyaz tenine sürdü..."
Bu kısa alıntının makro düzeyde toplumların kutuplara çekilmesine, insan gruplarının kategorilere ayrılmasına, düşmanca duyguların ortaya çıkmasına ve toplumsal ruh sağlığının bozulmasına neden olan ırkçılığın mikro düzeyde bireysel ruh sağlığı ve kişiler arası ilişkiler üzerindeki yıkıcı etkisini çok iyi özetlediği kanısındayım. Irkçılık, milli ve dini değerler, toplumsal gelenekler gibi güçlü kaynaklardan beslenen hastalıklı bir örüntü ve kesinlikle bulaşıcı. Bir kere bulaştı mı tedavisi çok zor, o nedenle mümkün olduğunca donanımlı olup korunmak gerek.

Cuma, Aralık 22, 2006

"Ben"e çıkan bir yolculuk filmi: Cahil Periler...

Dün gece üçüncü kez
"Cahil Periler"i izledim. Dunyası ile beni sımsıkı saran o muhteşem filmi.Her karesini bir kez daha duyumsamaya çalıştım ve anladım ki 30 kez de izlesem ben yine aynı keyfi alacağım bu Ferza Özpetek filminden...İçime dokunan, derinime inen bir şey var çünkü o filmde...
Gerçekliğin ne olduğuna dair varoluşsal bir arayış, bir yolculuk, bir kimlik, bir aidiyet ve aşk...Aşkın en saf,en yalın ve o geçirgen hali...Kimlikleri ve aidiyetleri aşan, hiç beklenmedik bir anda geliveren hali..Yağmurdan kaçerken doluya tutulevermek gibi...
Sanılan gerçekle var olan gerçek arasındaki kaotik ilişkiyi çözümlemeye dair arayıştan "ben"in keşfiyle çıkılan bir yolculuk filmi...Aile olmanın organik bağlardan ibaret olmadığını ve dostluğun nasıl bir nimet olduğunu hatırlatan yalın ama basit olmayan dili ve Andrea Guerra' nın o buğulu, tılsımsı, hüzün dolu müziği...Bilmem hislerimi anlatabildim mi?

Perşembe, Aralık 21, 2006

Bu Dünyadan bir de Pinocet gecti...

1973 darbesi sonrası iktidarı ele geçiren, Kuzey Amerika sermayesi ile kolkola girip Şili'nin alt üst edilmesinden, Villa Grimaldi'de yaklaşık 4.500 kişiyi göz altında tutulmasından, göz altında pek çok Şilili' nin ölümünden ve işgenceye maruz kalmasından sorumlu olan A.Pinocet 11.12.2006' da yargı önüne çıkarılmadan öldü. Sting' in "THEY DANCE ALONE" şarkısının sözleri 73 darbesinin acısını yaşıyanlar için bir hayli manidar... Bu sözler Pinocet' nin nezninde tüm darbecilere ve darbe yanlılarına gitsin. Onlar anlarlar onu! Ve cocuklarını, sevgililerini, dostlarını...kısacası hayatlarının bir parçasını göz altında kaybedenlere, günümüzün cumartesi annelerine armağan olsun... why are these women here dancing on their own? why is there this sadness in their eyes? why are the soldiers here their faces fixed like stone? i can't see what it is that they despise they're dancing with the missing they're dancing with the dead they dance with the invisible ones their anguish is unsaidthey're dancing with their fathers they're dancing with their sons they're dancing with their husbands they dance alone, they dance alone it's the only form of protest they're allowed i've seen their silent faces they scream so loud if they were to speak these words they'd go missing too another woman on the torture table what else can they do they're dancing with the missing they're dancing with the dead they dance with the invisible ones their anguish is unsaid they're dancing with their fathers they're dancing with their sons they're dancing with their husbands they dance alone, they dance alone one day we'll dance on their graves one day we'll sing our freedom one day we'll laugh in our joy and we'll dance one day we'll dance on their graves one day we'll sing our freedomone day we'll laugh in our joy and we'll dance ellas danzan con los desaparecidos danzan con los muertos danzan con amores invisibles con silenciosa angustia danzan con sus padres con sus hijos con sus esposos ellas danzan solas danzan solas hey mr. pinochet you've sown a bitter crop it's foreign money that supports you one day the money's going to stop no wages for your torturers no budget for your guns can you think of your own mother dancin' with her invisible son they're dancing with the missing they're dancing with the dead they dance with the invisible ones their anguish is unsaid they're dancing with their fathers they're dancing with their sons they're dancing with their husbands they dance alone, they dance alone

Salı, Aralık 19, 2006

Eyleme Çağrı

Dünyada her yıl 2 milyon çocuğun seks kölesi pazarına sokulmasına,20 milyar dolarlık insanlık dışı çocuk pornosu sektörüne karşı %52’nin vicdana ve eyleme çağrısıdır! Çocukların cinsel sömürüsüne karşı SİYAH GÜN Dinî inancınız, siyasî görüşünüz ne olursa olsun, Hangi toplumsal kesimden olursanız olun... Hepimiz çocuk olduk, Hepimizin çocukları var. Biz, Dünyayı atalarından miras değil, Çocuklarından ödünç aldığını bilenler olarak, Vicdanı olan herkesi çocukların cinsel sömürüsüne karşı 23 Aralık Cumartesi günü 1 gün süreyle kendi internet sitelerini karartma eylemi yapmaya çağırıyoruz. İnternet sitelerimizi karartarak Çocuklara, insanlığa yapılan bu saldırıyı protesto edelim. Haydi! İnsanlık ölmesin! Her çocuk bir hayat Yaşasın Hayat!

Pazartesi, Aralık 11, 2006

Dondurmam Gaymak İnanmazsan Sen de Bak!

Geçtiğimiz Salı, oyuncularının Muğlalı yerel halk olması dışında neredeyse hakkında hiçbir şey bilmediğim Dondurmam Gaymak filmini izledim. Oyunculuğunu yerelin gücünden alması, başka bir deyişle amatör ruhun saflığını yansıtması, Ege ağzına duyduğum büyük sempati ister istemez beni bu filme yönlendirdi. Tabi bir de Hollywood sineması karşısında yerel ve alternatif sinemalara olan destek ve merakım. Fazla bir beklentiyle gitmediğim için midir yoksa diyalogların çekiciliğinden midir bilmem ben bu filmde çok güldüm, çok eğlendim. Ama sanırım hepsi bu! Sermayenin ve fabrikalaşmanın karşısında geleneksel yöntemlerle yaptığı dondurmasını satarak var olma savaşı veren biraz paranoyak biraz Don Kişot, biraz küçük hesapçı ama her daim nahif bir Ege köylüsünün olaylı bir gününün anlatıldığı; anti-kapitalist öğelerle dini motiflerin iç içe bulunduğu, didaktik sonlanışıyla beni kopartan bir film Dondurmam Gaymak. "Çalışan kazanır", "kötülükler mutlaka cezasını bulur", "kendim ettim, kendim buldum"... gibi düşünce kalıplarının içinde bağırdığı bir film. Filmin sonunda imam efendinin çocuklara yaptığı konuşma sanki çocukluğumuzun He-man'inin sonunda çıkan ve "Bu bölümden çıkarttığımız ders..." diye bilgiç bilgiç konuşan Orkho' nun ağzından çıkar gibiydi. "Bilim ve Ütopya" okuyan ÖDP' li gazeteci ağabeyimizin söylediklerini ise kasabada ipleyen yoktu. Hoş imam efendi ne kadar Orkho'ca konuşsa da onu da ipleyen pek yoktu, herkes işine geldiği gibi davranıyor, işine geleni dinliyordu, hatta bazen dinleme gereği bile duymuyordu...Yaramaz çocuk çetesi ise sanki "Sineklerin Tanrısı"ndan fırlamıştı. İşler biraz sarpa sardı mı gruplaşacak sonra da birbirine düşecek gibiydi; neyse ki film o kadar uzamadı. Sonuç olarak diyebilirim ki, eğer Ege ağzından anlıyor ve Muğla yöresinden hoşlanıyorsanız, oyunculuk bakımından son derece samimi ve başarılı bulduğum bu filme gidin derim. Ama fazla bir şey beklemeden...

Papa Prada Giyer

Papa PRADA GİYER!
Not: Bu çalışma tümüyle yazara aittir.Kullanılması durumunda izin alınması icap eder, vermeyecek değiliz herhalde...

Perşembe, Aralık 07, 2006

Caarttt AySHELL teyze

Anti-emperyalist, muhalif sol dergi RED 3. sayısında Ayşe Günaysu ve petrol devi Shell' in arasındaki dokunaklı ilişkiye dokundurarak kelimenin tam manasıyla Günaysu' nun ipliğini pazara çıkartmış. Özgür Gündem ve Köxüz' ün yazarı, İnsan Hakları Derneği aktivisti anti anti-emperyalist (olumsuzun olumsuzlanması gibi) Ayşe teyze meğer bizim petrolcü Shell' in halkla ilişkiler müdüresiymiş. Meğer böylesine anti anti-emperyalist oluşu bulunduğu pozisyona hıyanet etmemek, yaptığı işi layıkı ile yerine getirmek içinmiş. Red' in güzide yazarlarından Mor ve Ötesi'nin davulcusu Kerem KABADAYI Ayşe Günaysu- Shell ilişkisini okkalı bir şekilde ortaya koyarken Shell' in "sosyal sorumluluk" projeleri kapsamında Diyarbakır sularını zehirleyşini gündeme getiriyor. Malum Shell sosyal sorumlulukları olan bir kurum ve Ayşe teyze İngilizcesi "PR", Türkçesi "halkla ilişkiler müdürlüğü" olan pozisyonu doldururken sosyal sorumluluk projelerinin de tepesindeki kişi oluyor. E bu projelerin hakkını da vermek gerek. Yazıyı merak edenler Red' in 3. sayısını alıp okuyabilirler...

Salı, Ekim 31, 2006

Tarih' i Yargılamak

Fransa Parlamentosunun onayladığı yasa tasarısı Chirac tarafından da onaylanırsa Fransa' da "Ermeni soykırımı yapılmamıştır" diyen ve bunu tarihi belgelere dayandırarak açıklamaya çalışan bilim insanları yargı önüne çıkacak ve belki de ceza alacak. Türkiye' de gencinden yaşlısına, çok okumuşundan az okumuşuna kadar pek çok kişi temelde sahip olduğu duygu, düşünce ya da ideoloji ne olursa olsun bu karara tepki gösterdi, protesto etti, boykot faaliyetlerine katıldı... Fransa' da alınan karar ve ülkemize yansımaları böyleyken aynanın yansıyan yüzünde durum nasıl? Muazzez İlmiye ÇIĞ, bir bilim insanı. 92 yıllık yaşamını eğitime, bilime ve aydınlamaya adamış, Hitit ve özellikle de Sümer tarihi ile ilgili sayısız çalışmaları bulunan bir yaşayan tarih. İsminin önünde Prof. titri olmadığı halde ömrünü bilime vakfetmiş bir duayen. Hitit ve Sümer tabletlerini çeviren, çevrilen bu tabletlerden MEB ve Türk Tarih Kurumunca basılan 8 kitapta imzası bulunan, 74.000 tabletin arşivlenmesinde büyük emek sarf eden bilim emekçisi Muazzez İlmiye ÇIĞ bilimsel bir bulguyu aktardığı "Çok tanrılı dine inana Sümerlilerde mabetlere tanrının gelini olarak giren rahibe kadınların görevleri arasında genel kadınlık olduğu ve bu kadınların toplumsal hayatta diğer kadınlardan ayrılmaları için başlarını bir bohçayla bağladıkları, zamanla evli ve çocuklu kadınların başlarını bağlayarak (evlensin başı bağlansın sözü de buradan geliyor olabilir) bekar kadınlardan ayrıldığı ve bu geleneğin sonrasında Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslamiyet gibi tek tanrılı dinlere geçtiği..." ifadeleri nedeniyle kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret ve halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve aşağılamayı içeren TCK' nın 125. ve 216. maddeleri kapsamında 1 Kasım 2006 günü yargı önüne çıkacak. Bunu ben söylemiyorum, tarih söylüyor dese de sevgili ÇIĞ yargı önüne çıkacak ve bu sefer yargılanan sosyal bilim olarak kabul edilen "Tarih" olacak. 1 Kasım 2006' da Akın'lanan bu sefer bir tarih olacak. Bakalım AB' den bes(i)lenen ulusal basınımız bu sefer nasıl bir halet-i ruhiye ortaya koyacak. Bakalım Kerinçsiz, Akın ve takipçileri PAPA ülkemiz sınırlarından içeri teşrif buyurduğunda "kişinin mensup olduğu dine göre kutsal sayılan değerlere hakaret" kapsamında nasıl bir kolektif tepki sergileyecek? Merakla takipçisiyiz efendim.

Perşembe, Ekim 12, 2006

RED de bir sanattır...

Bir kaç gün önce adını duyduğum, ilk sayısını evimin karşısındaki gazete bayisinden edindiğim ve bir çırpıda soluksuz okuduğum bir dergi yayın hayatına Hakan GÜLSEVEN' in deyimiyle "Vira Bismillah" la başladı. Ciddi mi ciddi konuları bir doz mizahi bir miktar edebi ve pek çok da gerçekçi bir yaklaşımla ele alan eleştirel bir dergi RED. Adından da anlaşılacağı üzre sessiz kalınanlara ses çıkartma yürekliliğini taşıyan kalemine güvenenlerin emeğinin ürünü olan bir dergi. Baba Hakkı, Perihan Mağden, Kerem Kabadayı, Serhat Özcan,Hakan Gülseven, Kadir Konuksever,Yavuz Alogan bu derginin kalemşinastları...Keyifle okunur, ciddiyetle üstünde durulur ve şiddetle tavsiye olunur.

Mahkeme Kapılarından Nobel Yollarına

Orhan PAMUK uzun yıllardır dünyaya mal olmuş bir yazar. Eserleri pek çok dile çevrilmiş, kitapları en çok okunanlar (satılan demek söz konusu "kitap" olduğunda çok serbest piyasacı geliyor) arasına girmiş bir yazar, bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı. Dünyanın en önemli edebiyat ödüllerinden birini alması ki Milan KUNDERA, Adonis gibi büyük isimlerin arasından sıyrılarak bu ödülü alması karşısında kendisine ancak saygı duyulur. Ama daha bir yıl öncesinde mahkeme yollarında kendisine yumurta atılırken sesini çıkartmayanların bu durumu Vatan,Millet, Sakarya davasına dönüştürmesi ancak iki yüzlülüğün daniskalılığı ile açıklanabilir.
Benim için Pamuk da Kundera da birdir. Bu ödülü Pamuk değil de Kundera almış olsaydı edebiyat adına, bir okur olarak hissedeceklerim de aynı olacaktı. Bu durumu bir Türk olarak gurur nesnesi yapmayı, altında gizli hesaplar aramak kadar anlamsız buluyorum. Kendisini bir yazar olarak taktir ediyor ve bu başarının ülkemizin yazarları için güdülenme kaynağı olmasını ümit ediyorum, hepsi bu.

Bir Tasarı(m)sızlığın Ardından...

12 Kasım 2006, Fransa Parlamentosu anti demokratik bir yaklaşımla ülkesinde düşünce ve ifade özgürlüğüne büyük bir darbe indirmiştir. Bilim insanlarına dahi bu özgürlüğü tanımayan Fransız parlamenterler, siyasi çıkarları doğrultusunda toplumları töhmet altında bırakmayı kendilerine hak görmüşlerdir.
Ayrıca büyük bir stratejik hata yaparak mağdur olanın yönünü değiştirmiştir. Şu an 32. Gün' de konuşan Hrant Dink' in bir gece önce yazdıklarımı (bkz.bir alttaki yazı) ifade ediyor olması ortak bir görüşü paylaştığımızı göstermektedir. Aslında apaçık olan gerçekler bir kez daha ifade bulmaktadır.
Türkiye' nin 301. maddeyi değiştirmesini isteyenler ayaklarına kendi elleriyle pranga takıyor.Fransa her geçen gün daha da ifadesizleşiyor ve ne yazıktır ki handikap gemisine binenler gözlerini kamaştıran iktidar hırsı nedeniyle Manş Denizinin girdaplarına doğru yol aldıklarını göremiyor.

Çarşamba, Ekim 11, 2006

Öteki Olmak, Ötekini Anlamak

Ötekileştirme hem önyargıların sonucu hem de kaynağıdır. Bu bir döngüdür ve bu döngünün kırılabilmesi ancak "öteki"ni anlamaktan en azından anlayabilmekten geçer. AB'ye girme gayretleri ile birlikte hızlanan ötekileştirme süreci içinde Türk halkının uzun yıllardır maruz kaldığı önyargıların sonucu olarak benlik saygısını korumak ve varlığını sürdürebilmek için iç grubu kayırma (Avrupa duy sesimizi bu sesler Türklerin ayak sesleri), dış gruptan uzaklaşma, giderek daha da yabancılaşma (Bizim AB'ye değil, AB'nin bize ihtiyacı var) ve kendi içindeki bazı dinamikleri dış grup yanlısı olarak tanımlayıp ötekileştirmeye çalışma (Kürt işçileri linç etmeye çalışma) eğilimini çok da hayret verici bulmuyorum. Ancak tüm bu yaşananları ve muhtemellerine gebe olma durumunu bu topraklar üzerinde yaşayan herkes için çok tehlikeli buluyorum. Fransa parlamentosunun sosyalist vekilleri "mağdurun meşru gücünü" doyumsuzca kullanan diasporacıları kayırma gayreti içinde önyargılarla hareket ederken kantarın topuzunu her an kaçırabilir ve mağdurun yer değiştirmesine neden olabilirler. Aslında bu mağduriyet hali sanıldığı gibi tek kutuplu bir durum da değildir. Özellikle gerçeğin ne olduğu muallak olan durumlarda klişelerden medet umarak siyasi çıkar elde etme çabasını sosyalizmin doğasına aykırı bulmakla beraber Adorno ve arkadaşlarının (1950) ırkçı, otoriteryen, kategorik düşüncelerin ürünü olarak tarif ettiği önyargılara dayalı hareket etmeyi de kendisine sosyalist diyenlere yakıştıramıyorum. Türkiye' nin AB' ye girmesini istemeyen pek çok Avrupalı sosyalistin ulus ve din kimliği bağlamında ayrımcılık yaptığı bu nedenle de öncelikle kendi ideolojilerine ihanet ettikleri, etno-milliyetçilik kıskacında kısılıp kaldıkları kanaatindeyim. Tabi sosyal psikolojik bir perspektifle yaklaşmaya çalışırken durumu karmaşık hale getirmiş, neredeyse tüm savaşların ortak nedeni olan "ekonomik çıkar", "pastadan pay kapma" anlayışından uzaklaşmış da olabilirim. Elbette ki hiç bir fenomen içinde sadece siyahı ya da beyazı barındırmaz; konun bu şekilde ele alınması 1915' te Anadolu'da yaşananların değerlendirilmesinde çoğu zaman yapıldığı gibi indirgemecilik olur. Anadolu halkı Türk’ü, Ermeni’si, Kürt’ü, Rum’u, Süryani’si, Yahudi’si, Çerkez’i, Abaza’sı... olarak 1915 ve sonrasında çok acılar çekmiştir. Pek çok kişi habersiz bir şekilde yurdunu, evini, toprağını terk etmek zorunda bırakılmış;bu terki diyar sırasında öncesi ve sonrası ile birlikte çok canlar yitirilmiş;birlikte soğan kırıp sofra kuran insanlar birbirine düşman olmuştur. Sadece bu durum bile büyük bir trajedinin, ciddi bir toplumsal travmanın yaşandığının göstergesidir. Ancak bu durum tek bir etnisitenin değil aynı toprakları paylaşan herkesin trajedisidir. Tüm bu yaşananların tarihsel, sosyo-kültürel,ekonomik ve politik bağlamlarından koparılıp tek bir düzlemde ele alınmaya çalışılması hariçten gazel okumaya benzemektedir. Ben Ermenilerin yurtlarından ayrılmalarının yarattığı acıyı anlayabiliyorum, tıpkı babamın babasının küçük yaşta Midilli'den ayrılırken yaşadıklarını anladığım gibi. Ancak ben üçüncü kuşak olarak sadece dedelerimin, ninelerimin bana aktardıkları kadarını biliyorum, tıpkı diasporada yaşayan Ermenilerin bildikleri gibi. Diasporada yaşayan bir Ermeni bana ithaf ederek yazdığı e-postaya Türkçe "sevgili......." olarak başlayıp, kişisel olarak bir husumet beslemediğini göstermeye çalışıyorsa, ben ona Ermenice cevap vermeye çalışıyorsam iki halkın yeniden bir araya gelmesi için hala bir umut var demektir.Yeter ki önyargılarını, politik ve ekonomik çıkarlarını her şeyin üstünde tutan hariçler uzak dursun. Yeter ki kendilerini önyargıların mağduru olarak konumlandıranlar galeyana gelip kitle psikolojisi içinde kendi bünyesindekileri ötekileştirerek kendisine yabancılaşmasın.

Pazartesi, Eylül 18, 2006

Türkiye Kardeşliği

Lübnan ve Irak'taki işgallere karşı gösterdiğimiz çaba sırasında bir arkadaşım içinde bulunduğumuz, tam içinde olmakla bağlantılı olduğunu düşündüğüm, ve bu nedenle sanki bir anlamda kollektif körlük yaşadığımız bir gerçeği yüzüme vurdu. Türkiye' nin sınırları içinde uzun zamandan beri bir savaş yaşanırken bizim bu gerçek üzerine bir çaba harcamak yerine Lübnan için böylesine büyük bir hassasiyet göstermiş olduğumuzu anlayamadığını ifade ettiğinde söyleyecek bir şey bulamadım. Biz bu konuşmayı yaparken bile ülkem sınırları içinde birileri bu anlamsız savaş yüzünden hayatını kaybediyordu ve ben kendini aydın sanan pek çok kişi gibi bazı gerçekleri yadsıdığımı düşünüyordum. Ben ülkemde yaşananlara "dur" deme cesaretini bulamadığım için bir anlamda günah çıkartıyor, vicdanımı rahatlatmayı tercih ediyordum. Oysa ki vatanımda hemen her gün analar yemeyip yedirip,binbir emekle büyütüp gözlerine bakmaya kıyamadan askere gönderdikleri kuzucuklarının tabutu başında ağlıyordu.
Diyarbakır'daki olayı duyduğumda arkadaşımla yaptığımız bu konuşma geldi aklıma. Rahatlatmaya çalıştığım vicdanım tokat gibi çarptı bu sefer yüzüme. Diyarbakırda hayatını yitiren çocukların Lübnan çocuklarından ne farkı vardı...Onlar bizim çocuklarımızdı ve onların ölümünden benim gibi kendini aydın,okumuş sananlar da dolaylı olarak sorumluydu. Çünkü biz kollektif bir korkaklıkla olanları bugüne kadar yadsımış, komşusu aç yatarken üç mahalle ötedekine yardım eden zenginin vurdum duymazlığı ile haraket etmiştik. Oysaki biz Türkiye'ydik ve Türkiye'yi ülke yapanın kültürel kimliksel zenginlikleri olduğunun bilincindeydik. Yaklaşık bin yıldır Kürtler ve Türkler bir arada yaşayabilmişler, birbirlerinin dünürü, öğretmeni, kirvesi, sadıcı olmuşlar, omuz omuza savaşmış, pek çok güçlüğü birlikte aşabilmişlerdir. Şu an yaşanan ve zaman zaman linç girişimlerine kadar varan toplumsal gerginlik ve paranoyalar devam ettiği sürece gruplar arası mesafe açılacak, bu topraklar kültürel zenginliklerini kaybedicek, giderek kuraklaşacak işte o zaman Anadolu bir çöle dönecektir. Bunun olmaması için hemen şimdi, barışçıl bir çabanın başlatılacağına, bu ülke insanlarının önyargılarının kurbanı olmadan eskiden olduğu gibi bir arada yaşayabileceğine inanıyorum.En azınadan yaşananlardan ders alınarak hatalardan bir şekilde dönülebileceğini ümit ediyorum.

Çarşamba, Eylül 13, 2006

içimden geldi,yazdım öylesine...

12 yaşındaydım. Anadolu Lisesini kazanmanın sosyal kimlik oluşumu üzerinde belirleyici etkisinin yoğun yaşandığı, adeta statü sembolü olduğu yıllardı. Özellikle birincil ilişkilerin egemen olduğu küçük bir şehirde ailesinin taktirini kazanmak isteyen bir çocuğun en önemli görevi öncelikle bu müstesna kuruma girmek, sonrasında da iyi bir üniversiteye giderek meslek sahibi olmalktı. Ben orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak bu şerefe nail olamamıştım ancak ailem her türlü imkanlarını zorlayıp beni ilk yıl özel bir okulda okuttuktan sonra anadolu lisesine göndermeyi göze almış görünüyordu. Hayatının her döneminde alın teri ve emeğe önem vermiş biri olarak kazanmadığım bir okulda okumayı reddederek devletimizin güzide ortaokullarından birine gitmeyi tercih etmiştim.
Cosby Show'dan fırlamış haliyle Bilge'yle de orada o ortaokulda tanışmıştım. 12'li yaşlarda başlayan arkadaşlığımız lise yıllarında aynı okula devam etmemizle pekişmiş ve ailemden sonraki en yakınım olmuştu. Hatta altı yıl boyunca öyle bir ikiliye dönüşmüştük ki noktalı virgül olarak anılır olmuştuk ta ki üniversite bizi ayırana kadar. Üniversitede yollarımız ayrılmış o Ankara'ya gitmiş ben de İzmir'e yollanmıştım. Sonrasında bu ilişkide büyük bir boşluk olmuştu. Bıçak gibi kesilen iletişimimizle sanki benim de en derinde bir yerim parçalanmış, yerine yüzölçümü geniş bir boşluk kalmıştı. Ne kadar istesem de ulaşamamıştım ona. Kim bilir belkide yeterince istememiştim.
Şimdi, birbirimizden 7 yıl ayrı kalmış, tam da yaraları sarmaya başlamışken yeniden birbirimizin karşısına çıkmaya hazırlanıyoruz. Belli ki kopamamışız birbirimizden ayrı kalsak, sesimizi dahi duymasak bile. Bilge'yle yeniden birbirimizi keşfedeceğiz; belki biraz sancılı ama bir o kadar da coşkulu. Kendimize yeniden bir tarih yazacağız ikinci miladından başlayarak arkadaşlığımızın...Tıpkı Melike Demirağ' ın söylediği gibi "dolduramaz boşluğunu ne ana ne gardaş, bir gün gelip ayrılsak bile seninle arkadaş"

Pazar, Ağustos 27, 2006

Sezen Lübnan' a...

Geçenlerde cok uzun zaman sonra ilk gençliğimde aşkı anlamlandırırken pek çok kişi gibi baş vuru kaynağım, kavram ansiklopedim olan küçük dev kadının, Sezen Aksu' nun konserindeydim. Konser haliyle Sezen kadar olağan üstüydü.
Ancak bu yazı Sezen' in tadına doyulmaz konserini anlatıp nispet yapmak için yazılmıyor, çünkü ondan daha da önemli bir şey vardı gözlemlediğim.
Kürt'ü Türk'ü; Müslüman' ı Musevi'si,dindari lağiği, genci yaslisi pek çok kültür o gece orada birarada yan yana hatta kolkolaydi. Sezen' in kültürleri aşan birleştiriciliğini bir kez daha anladım o an. Sezen' i her kesimden, her kültürden insan seviyordu ve bu sevgi gerçekten çok büyüktü.
Elbette farklı ideolojilerle yüklü beyinleri tek bir çatı altında toplayabilmek, hem politik olup hem de bir o kadar apolitik kalabilmek herkesin harcı değil. Bunu başarabilmek sanattan önce adam gibi bir yürek ister. Açıkçası konser sırasında bir ara Sezen' i dinlemeyi bırakıp o başbakan olsaydı nasıl bir ülke olurdu burası diye düşünmekten kendimi alamadım. O başbakan olsa bu ülke tadından yenmezdi ama Sezen'e de yazık olurdu herhalde. Ona böyle bir kötülüğü yapmak istemediğim için bu düşüncelerimden de vaz geçtim. Vaz geçtim de şu öneriyi yapmaktan da kendimi alakoyamayacağım. Lübnan' a barış gücü olarak asker göndermek yerine Sezen' i göndersek eminim çok daha olumlu sonuçlar elde eder, çok daha fazla "prestij" kazanırız dünya arenasında...:). Sezen bu işi bizim politiklerden çok daha iyi başarır, tereyağından kıl çeker gibi sıyrılır, geriye de süt liman bir Ortadoğu bırakır. En azından askerimizi değil sevgimizi ve desteğimizi isteyen Lübnan halkı samimiyetimizi anlamış olur.
Yüce meclisimize duyrulur, Lübnan' a asker değil Sezen ve tayfası gitsin!

Perşembe, Ağustos 24, 2006

Yüreğim Yangın Yeri Söndürebilene Aşk Olsun

En çok iki şey yakar şu garip yüreğimi, biri savaş diğeri ise orman yangınıdır. Çünkü en çok ikisinde varıdır insanoğlunun düşüncesizliği, bencilliği, zalimliği. ve bu düşüncesizlik, bu bencillik nedense hep masumları vurur.
Lübnan'daki savaşın yüreğimde başlattığı yangın, Egemin, Akdenizimin dağlarına sıçradı Selçuk oldu, Milas oldu, Kaş oldu...Kontrolsüz bir şekilde yayılırken yurdumun yangını doğanın hayatını ihmal kazanında eritti, nice canları ulu manituya değil, mok yoluna kurban etti.
Selçuk'ta işlenen cinayetin görgü tanığı olarak ben, diyebilirim ki bu işin faili ihmaldir, zamanında önlem almamaktır, çıranın ateşi alvlenmeden müdahale etme gereği duymamaktır. Duman göğü kaplamadan iletilen mesajı anlamamaktır.
Ey ahali, diyeceğim şu ki:
Dünyam bu yıl da savaşa teslim oldu...
Vatanım bu yıl da ormanlarını yaktı bitti kül etti...
Bu yıl yüreğim her zamankinden çok yandı, varsa söndürebilecek bir baba yiğit işte ona aşk olsun.

Çarşamba, Ağustos 09, 2006

KUKLACI AMCA

Türkiye' nin içinde ve dışında insanlar birbirini öldürmeye devam ediyor...Her gün başka bir kıyım yaşanıyor yaşlı yerküremizin üzerinde. Ne iç ne de dış mihraklar dur durak bilmiyor. İnsanın birbiri ile olan savaşı kendi içinde sürdürdüğü savaşa galip geliyor. Yenilen yine insanlık oluyor. Asırlardır süren bu savaş bir çığ gibi önüne gelen her ne varsa yutup özüne döndürüyor. Topraktan gelen ne varsa yine toprağa karışıyor, ama kirlenerek ve kirleterek.
Radyodan İlhan İrem sesleniyor:
"gel kuklacı, gel kurtar bizi,
kaybettik bizler kardeşliğimizi,
dostluğumuzu, sevgimizi...
gel kuklacı, gel kurtar bizi,
her yerde savaş, açlık, düşmanlık var,
birbirine düştü kuklalar..."

BARIŞ İÇİN EL ELE BİREYSEL İNSİYATİFİ BASIN BİLDİRİSİ

Barış İçin El Ele, İsrail Devletinin Lübnan topraklarını işgaline ve gerçekleştirdiği insanlık dışı saldırılara tepki gösteren, farklı dünya görüşlerine ve yaşam tarzlarına sahip bireylerin bir araya gelerek oluşturduğu sivil bir insiyatiftir. Aşağıdaki basın bildirisi bu insiyatifin İsrail Devletinin Lübnan’ı işgaline karşı ortak düşüncelerini yansıtmaktadır. Kamuoyuna duyrulur. 1. İsrail’in 12 Temmuz 2006 tarihinde Lübnan topraklarına yönelik olarak başlattığı, şu ana kadar yüzlerce sivilin ölümüyle sonuçlanan vahşi saldırıyı kınıyoruz. 2. Başta ABD ve İngiltere olmak üzere İsrail’e bu saldırıda destek olan ülkeleri, bu saldırılara seyirci kalan ve saldırıları ivedi olarak durdurmak için herhangi bir ciddi girişimde bulunmayan başta Birleşmiş Milletler olmak üzere uluslararası örgütleri, İsrail’i bu saldırılardan dolayı resmi olarak kınamayan tüm devletleri kınıyoruz. 3. İsrail’in Lübnan’a yaptığı saldırının, her ne sebeple olursa olsun haklı bir tarafının olmadığına, bu saldırının sivilleri hedef aldığına, bir insanlık suçu olduğuna ve sorumlularının uluslar arası mahkemelerce yargılanması gerektiğine inanıyoruz. 4. Birleşmiş Milletler’in, insanlığa yönelik son yıllardaki çeşitli saldırılar karşısındaki pasif tutumu sebebiyle bir süredir tartışılan meşruiyetini tamamen yitirdiğini, bundan sonra alacağı her kararın taraflı, tartışılır, inandırıcılıktan uzak ve şüpheli olduğunu düşünüyoruz. 5. İsrail’in Orta Doğu’daki işgalci, saldırgan ve yayılmacı tutumunun yarattığı sorunların, bölge ülkeleri arasında barışçıl görüşmelerle çözümlenmesi gerektiğine inanıyoruz. İsrail’in bölgedeki sömürgeci çıkarları savunan politikaları terk ederek, “bir bölge ülkesi” gibi davranması gerektiğini savunuyoruz. 6. Bugün Lübnan halkının başına gelenlerin, geçmişte olduğu gibi gelecekte de sömürgeci devletlerin çıkarlarını savunmayan tüm halkların başına gelebileceğini, Lübnan Katliamı’nın bu anlamda bir mihenk taşı olduğunu düşünüyoruz. 7. Birleşmiş Milletler’in uluslar arası kuvvet oluşturma girişimlerinin, İsrail ve ABD’nin bölgenin kontrolünü ele geçirmede uyguladıkları planın bir parçası olduğuna, bu şartlar altında Türkiye’nin bu kuvvete asker göndermesinin, Lübnan topraklarının işgaline ve İsrail tarafından işlenen insanlık suçuna doğrudan ortak olma anlamına geleceğini savunuyoruz. 8. Türkiye Cumhuriyeti iktidarının, İsrail’in Lübnan’ı bombalamasıyla başlayan gelişmeleri fırsat bilerek, bu insanlık dışı olayı örnek göstererek, kamuoyunda şiddet kullanımına yönelik özendirici ve destekleyici söylemler içerisine giren tüm kişi ile kurumları ve destek veren medya mensuplarını, akademisyenleri, yazarları, siyasi parti ve organizasyonları kınıyoruz. 9. İsrail’in terörü neden göstererek gerçekleştirdiği operasyonların bir terör örgütüne karşı değil, egemen bir devlete karşı işgal anlamına geldiğini, asıl terörün sivillerin üzerine bomba yağdırmak olduğunu düşünüyoruz. 10. Bu insanlık dışı işgalde bize dayatılan iki taraftan birisinin yanında olma zorunluluğunu reddediyoruz. İnsanlık erdeminin ve vicdanının her zaman kendi başına bir üçüncü taraf olarak galip gelmesini istiyoruz. 11. Bugün Lübnan’da yaşanan katliamın insanlığa yönelik bir saldırı olduğundan hareketle, ‘vicdan’ sahibi olan her kişinin elinden geldiğince bu kıyıma tepki göstermesi gerektiğini, suça seyirci kalmanın suça ortak olmak anlamı taşıdığını düşünüyoruz. 12. Bu katliamın sona ermesi için İsrail’in ivedi olarak ateşkes ilan etmesi, Lübnan ve Filistin topraklarından kayıtsız ve şartsız çekilmesi gerektiğini savunuyoruz. 13. Cinayete karşı, savaşa karşı, kıyıma karşı, soykırıma karşı her türlü girişimi, bu vahşete karşı düzenlenen eylemleri, medyada bu işgalin insanlık boyutunu gündeme getiren tüm kişi ve kuruluşları destekliyoruz. Yalnız değilsiniz. Biz de varız! Barış İçin El Ele Bireysel İnisiyatifi www.barisicinelele.org

Cumartesi, Ağustos 05, 2006

Lubnan'da Calisacak Gonullu Eleman Aranıyor

Gecen akşam bir taraftan lubnanicinelele@yahoogroups.com'dan gelen e-postaları okurken bir yandan da NTV'de yayinlanan "Ve İnsan" programini takip ediyordum. İnsan'ı anlatan kareler sizin de anlayacağınız üzere Lübnan'dandı. Artık aşina olduğumuz savaş mağduru insan görüntülerinin, savaştan yaralı olarak kurtulmuş ya da yakınlarını kaybetmiş insanların aktardıklarının yanında bir haber hem sıra dışı, sıra dışı olduğu kadar da başkaları için de çarpan bir kalbi olan insanı can evinden vurucuydu. Bu haber aslında bir ilandı. Bir is ilanı, ama gonullu. Lübnan'da şu sıralar en çok arananlar marangozluk yapacak kişilerdi. Doktor, hemşire, hasta bakıcı, psikolog ya da bir başkası değil; en çok ihtiyaç duyulan marangozluk yapacak birileriydi. Yaptıkları işin öyle büyük bir maharet gerektirmesine de gerek yoktu.Sevdiklerinden ayrılan bedenler yolda kalmasın diye büyüklü küçüklü dört tahta parçasını birleştirmesini bilsin yeter.
Lübnan' da şu sıralar en çok marangozluk yapacak birileri aranıyor... Yaşayandan çok ölülerin; ölen insanların; yaşayan ölülerin ülkesi olduğu için en çok onlara ihtiyaç duyuluyor.

Çarşamba, Ağustos 02, 2006

Letter From Beirut

Monday,the 17th of July, 2006
It is 9:25pm here in Beirut. The city is silent. The country ishaunted by the ghosts of all those who gave their lives away in thepast few days; maybeit's just my own paranoia, but I can feel akind of presence around me all the time. Especially when it'sdeadly quiet.My biggest fear of all is that someone of my family is going to get hurt. But I have no control over the events that are happening so Itry not think about it too much.It's been days since I left the house. I sit on the balcony with myfather every now and then. It gets too much sometimes to stayinside, the house feels like it's getting smaller and smaller, asif it was our coffin.As the news on television is hopeless, I asked my father today who was smoking and I can read a sense of despair on his face... I asked him: 'what if things get worse and we have to leave the house?Where would we go?'...My question was left without an a nswer.Instead my father, looked at me, put out his cigarette and went to his room.But I meant it, where would we go? Go to another area? But nowhereis safe... leave the house to burn? The house I grew up in? This ismy house since I was born. It's small and old and needs lot ofwork. The furniture is used, it needs painting and there's nothingof real value in it. But it's home. It has sentimental value. Thethought of losing it breaks my heart.I fear that if I start running away, seeking shelter... I'll neverfind a 'home' again, I'll keep on running my whole life. ThereforeI stay. My mood is changing from angry, to sad, to apathic... lack of sleepeffects me deeply. I can't even see straightanymore. I'm notcomplaining, I can't complain. A family of 10people was buried alive in the massacre of Tyre yesterday, I can'tcomplain. I'm still alive. I can't imagine how it must be like forothers who lost family members, or who don't have anymore food andare craving for help.I am strong. I know I am. But I don't know till when my nerves cantake all of this pressure.Every time I close my eyes, one image come to my mind. I see myselflying on my bed, a bomb hits my building and I'm blown away andtorn apart. The image feels so real that it keeps me awake.I did not watch television much today. I turned it off after I sawpresidents in G summit talk. CNN had a microphone inside the dining room where allthe 'civilized' presidents were eating. I don't knowif you saw that scene, of presidents discussing the fate of a wholepopulation while they have their mouth full. Let me tell you onething, if being civilized means beinginhuman, I'd rather be a barbarian.Another day passed by with more destruction and killing. I wonderfor how long all of us will have to wait until someone out thereacknowledges the fact that what is happening is simply unjust andneeds to be stopped.
Sincerely,Nadine
 Posted by Picasa
 Posted by Picasa

Pazartesi, Temmuz 31, 2006

Kadının Sesi Yok(!)

Türkiye Cumhuriyet' inin kadına sağlanan medeni haklar ve kadın erkek eşitliği konusunda pek çok "uygar" ülkeden daha önce davranmış olduğunu, Atatürk' ün çağdaşlaşma sürecinde kadına verdiği önemi bilir, modern Türkiye denince hemen bunu örnek gösterir, bir de üstüne ne kadar uygar bir ülke olduğumuza ilişkin ahkam keseriz. Ancak bununla birlikte geleneksel düzen içinde kadınlarımızın kendilerine sağlanan bu hakların ne kadarını kullanabildiğini, ne kadarına sahip çıkabildiğini ya da daha doğrusu çıkamadığını da biliriz. Biliriz de aceba kaçımız kadınlarımızın bu haklarını içselleştirmesi için çaba sarf ederiz. Duygu Asena bu ülkede ezilen, aşağılanan, toplumsal ve mesleki alanda ikinci plana itilen, ayrımcılığa maruz kalan kalan kadının sesi olarak, kadınların haklarını içselleştirmeleri ve gerçek anlamda hak ettikleri yere gelmeleri için çaba sarf etti. O bir aktivistti, o yaşamını kadının herşeyden önce kendi değerini anlaması, geleneksel inanç ve değerlerle örülmüş kozasını delmesi, kadının kendi kimliğini bulması için harcadı. Onun açtığı yoldan pek çok kadın, pek çok genç kız ilerledi. Kadına yönelik şiddet artık gündemde yer bulabiliyorsa, kadınlar iş hayatında erkeklerle birlikte mücadele edip, rüştünü ispatlayabiliyorsa, kendi bedeninden utanmadan kendini sevebiliyorsa Duygu Asena önemli adımlar atmış, Maslow' un hiyerarşisinde piramitin en üstüne çıkmış demektir. Duygu Asena kendini gerçekleştirdi, ancak onun amacı bu ülkedeki kadınların kendini gerçekleştirmesiydi.
"Feminizm" kavramının ülkemizde yerleşmesi, 8 Mart Kadınlar Gününün kutlanması ve kadın sorunlarının tartışılır hale gelmesi onun çalışmaları sonucunda olmuş, kitleler tarafından onun yazıları ile benimsenmiştir.
Bu güne değin kadının sesi olan Duygu Asena bedenen artık aramızda değil, ancak onun kitapları, onun yazıları pek çok kadına yol göstermeye devam edecek. Kadınlarımız kendi seslerini artık kendileri haykıracak.

Kana KANAğlıyor

Bir gün önce gündemden yalıtılmış olmayı tercih ettiğim için bu sabah, uzak kaldığım haberleri takip etmek amacıyla actigim haber kanalı Lübnan' ın Kana Kasabasına bomba atıldığını ve bu saldırı sonucu 60'tan fazla sivilin hayatını kaybettiğini öğrendiğimde ben de kurşun yemişe döndüm. Yok mu artık bir "baba yiğit" şu katliama son verecek diye düşünürken çok sevgili BM ve kendilerini güç zanneden bazı devletler sonunda İsrail' in yaptıklarını "kına"yabildi. Kana kanağlıyorken İsrail de uluslar arsı düzlemde kınanıyordu. Bu büyük bir şeydi, zira 21. gününe gelmiş olan saldırılar nasıl olduysa ilk kez kınanıyor; BM üzerindeki ölü toprağını, Kana'da ölenlerin üzerine atıyordu. İsrail çok korktuğu (?) uluslar arsı topluma 48 saat Lübnan' a saldirmama sözü veriyor, hem Lübnan hem de uluslar arası toplumla kedi fare oyunu oynuyordu.Ulsusal basınımızın "kraldan çok kralcı" alametifarika yazarları bakalım şimdi ne inciler döktürecekler o meşhuur kalemlerinden.
Kana kan-a-ğlıyor, "Doğunun Limanları" yağmalanıyor...Bu yıkıma, kıyıma ve yağmalamaya sessiz kaldığı sürece "insanlık", kendisine atfedilen bu adın içini dolduramayacak, insan olmanın erdemini yerine getiremeyecektir.

Cuma, Temmuz 28, 2006

Lubnan için El Ele

Yıl 2001, Eylül Ayı'nın 11'i: Bir savaşın arkasında bıraktığı trajediyi izliyorum içimde buyuk bir acıyla Berlin' de Soykırım Müzesinde. Dünya' nın diğer ucunda, ABD' nin kalbinde emperyalizmin kaleleri yıkılıyor ve şehri kaplayan siren ve helikopter sesleri başka bir savaşın habercisi oluyor adeta. Nerede ve nereli olursa olsun içimi acıtıyor insanların birbirlerini öldürmeleri. İsrail halkının yaşamış olduğu acılar nasıl derin bir üzüntü yaşatıyorsa, kulelerde ölenler de öyle büyük bir elem yaratıyor kalbimde. Ama 11 Eylül günü yaşananların anlık bir olay değil, yeni bir savaşın tam tamları olduğunu biliyorum.
11 Eylül günü acılarını içimde hissettiğim İsrail ve ABD şimdi başka acılar yaşatıyor bana, başka halklar adına.Savaşın tam tamları büyüyerek yayılıyor tüm Dünya' ya. Başka canlar gidiyor Irak' ta, Filistin'de, Lübnan' da, Afganistan' da, başka soylar tükeniyor çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden Ortadoğu' nun sarı sıcak topraklarında. Arka mahallem duman altında, çocuk çığlıkları yükseliyor sokaklardan ama ne yazık ki bu çığlıkları duyup da yardıma koşan hiç kimse yok ortalıkta. Yine insanlar birbirini öldürüyor, kıyım devam ediyor ve ben bu kıyıma dur diyebilmek için bir şeyler yapabilmenin yollarını arıyorum. Ama bireysel olmuyor hiç bir şey, tek başına varamıyor insan İthake' ye, yanında birilerinin olması gerekiyor. İşte bu gereklilik lubnanicinelele@yahoogroups.com ile bir miktar karşılanıyor. En azindan arka mahallede olanlara sessiz kalmak istemeyen insanlar bir araya gelip, çözüm yolları arıyor. Çığlıkları duyup da yardım etmek isteyenler burada buluşuyor, sizi de bekleriz.

Çarşamba, Temmuz 26, 2006

KAOS GL Dergisinin Son Sayisi Yasaklandi

Yayın hayatına 1994' te başlayan Türkiye'nin tek eşcinsel dergisi Kaos GL'nin Yaz 2006 tarihli 28. sayısına, Ankara 12. Sulh Ceza Mahkemesince "genel ahlaka aykırı" gerekçesi ile el konulmuştur. Pornografinin sorgulandığı ve alanında uzman kalemlerin katkıda bulunduğu dergi “pornografik” bulunarak toplatılmıştır.
Kaos GL gerek bir sivil toplum örgütü olarak yaptığı çalışmalarla gerekse çıkarttığı Kaos GL Dergisi ve dernek bünyesinde gerçekleştirdiği çeşitli seminer ve eğitimlerle Türkiye' nin "demokratikleşme" sürecinde önemli bir rol oynamaktadır. Kaos GL Dergisi bir magazin dergisi değil, alanında uzman kişilerin yazılarına, bilimsel çalışmalara yer verilen politik bir duruşu bulunan bir dergi olması özelliği ile son sayısında "Pornografi" olgusuna yine eleştirel bir uslupla bakmaya çalışmış ancak bu yaklaşımı munzır bulunurak derginin son sayısına el konulmuştur.
Bastırılan cinsellikten sermayelenen "pornografi ticaretinin" cinselliğin tabulaştırılmaktan çıkartılması ve bireylerin cinsel kimliklerini özgürce ifade edebilmeleri, kendilerine yaşam alanları bulabilmeleri ile azalabileceğini düşünüyorum. Kaos GL Dergisinin cinsel kimliğin özgürce ifede edilmesine sağladığı alanları, politik ve bilimsel duruşu ile bundan sonra da yayın hayatına devam edeceğini umuyorum.
Mersin Limanı' na yanaşan geminin pencerelerinden el salliyor şanslı olan çocucuklar. Şanslılar çünkü onlar Lübnanlı ya da Iraklı değiller. Şanslılar çünkü onların kaçacak, sığınacak başka ocakları var, şanslılar çünkü yaşadıkları travmayı atlatmaları Lübnanlı, Iraklı, Afganistanlı kardeşleri kadar güç olmayacak ve şanslılar, çünkü savaşın ruhlarına yaptığı örselenmeyi küçük sıyrıklarla atlatacaklar, oysa ki babasının cesedi başında ağlayan Irkalı çocuğun bir yanı her daim sakat kalacak.
Savaş hangi amaçlara hizmet ederse etsin en çok çocukları vuruyor. Silah gölgesi altında serinleyen, havan toplarıyla futbol oynayan çocuklar kendilerini ötekileştiren karşı takıma gol atabilmek için gün sayıyor. Savaşın çocukları büyümüyor, içinde yatan korkularını büyütüyor. Savaşın çocukları terörü, savaşı çok iyi biliyor çünkü onlar savaş meydanında var olma savaşı veriyor.
BM Teskilatı Genel Kurulunca 1959 yılında kabul edilen Cocuk Haklari Bildirgesinde "Taraf Devletler, her çocuğun temel yaşama hakkının olduğunu kabul ederler; çocuğun hayatta kalması ve gelişmesi için mümkün olan azami çabayı gösterirler" maddesi ilk sırada yer alıyor; ancak ne yazıktır ki BM' in liderliğine soyunan bu "taraf devletler" kendi "sözde" değerlerini çiğnerken; Lübnanlı, Iraklı, Afganistanlı çocuklara yaşama ve gelişme hakkı tanıma gereği duymuyor. Savaşın güneş karası çocukları BM'in "batılı" ülkelerinde kendilerinin ya da ana-babalarının sahip oldukları "ırk", "renk", "dil", "din", "ulusal, etnik ve sosyal köken" nedeniyle potansiyel terörist olarak değerlendiriliyor, çoğu zaman ayrımcılıkla karşılaşıyor. Bu çocuklar bir yitik kuşak olarak görülüyor.
Savaş, sadece mekanları değil, içindekileri de alıp götürüyor ve savaşın karanlık yüzü bir kez daha çocukları vuruyor...
25.07.2006

Pazartesi, Temmuz 24, 2006

Uzun bir bekleyisten, kisa bir calismadan sonra sonunda ben de blog sahibi bir sahsiyet oldum. Bu sitede, politik ve sosyal psikolojiye, genel psikolojiye, eğitime, sinemaya, müziğe, yemeğe,mekana kisaca hayata dair guncel yazilarima yer vereceğim. Bu nedenle diyebilirim ki insana ve hayata dair her sey bu sitenin konusu olarak islenip yeni bir urune donusebilir: bazen gunluk, sicacik bir poğaca bazen de bir gazete gibi. Ne diyeyim yapmasi benden...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails