Pazartesi, Aralık 31, 2007

2007'de de hep konuşmuşuz....

Goddesscim beni mimlemiş haftalar önce. Yazacağım diyorum hep bir şey çıkıyor bloğumu bile açamıyorum. Aslına bakarsanız benim durum "param olsa hevesim olmuyor, hevesim olsa param" durumunun zaman versiyonu gibi şu sıralar. Ya zamanım ya da hevesim olmuyor. Goddesscim mimler de ben yazmadan durabilir miyim? Elbette duramam o yüzden bu yazıdan sonra kendisinin göndermiş olduğu soruları bizzat cevaplayacağım. Ama 2007'nin son günü olması münasebetiyle arkada bıraktığımız koca bir yılda en çok neleri konuşmuşuz kısa kısa değineyim istiyorum.
Efendim malum konuşmayı seven özellikle de kahve köşelerinde, bar muhabettlerinde vatan kurtarmaktan hoşlanan bir toplumuz. Hele ki devlet, millet sohbetleri oldu mu hepimiz uzman kesilir, bazen bir stratejist bazen de ekonomist edasıyla mutemel çözümlerimizi bir bir sıralayıveririz. Hal böyle olunca ülke derdi, dünya meselesi derken bir de bakmışsınız bir sürü laf birikmiş boyuna konuşmuş ve konuşturulmuşuz. Peki neleri?
*2007'nin ilk günlerinde Ermeni asıllı gazeteci ve yazarımız Hrant Dink'in öldürülmesini. Bir taraftan yüreğimiz yanarken bir taraftan da ortalık iyice kızışmış. "Hepimiz Hrantız" diyenlerle "Hepimiz Mehmetiz" diyenlerin kutuplaşması bir taraftan Dink'in öldürülmesinin ardındaki esas nedenleri...Bu diyasporanın Türkiye'ye kurduğu bir komplodur diyenlerle, derin devletin mahsulüdür diyenlerin konuşması gibi.
* 2007'nin ilk yarısında neredeyse sadece cumhurbaşkanlığı seçimi konuşmuşuz. Öyle bir tartışma almış yürümüş ki tüm basın yayın organlarının iki haberinden biri bu konuyla ilişkilendirilir olmuş. Cumhurbaşkanın kim olacağından tutun da eşi türbanlı olursa ülkeyi nelerin beklediğine dair senaryolar bile kurgulanmışız. Cumhuriyet elden gidiyor nidaları eşliğinde korkularını meydanlara taşıyan bir kesim kendini laik devletin tek muhafızı olarak görürken adeta denize düşen yılana sarılır misali "nerede bu ordu", "nerede muzaffer komutanlarımız" diyerek yolları arşınlamış. Tabi ülkeyi dalga dalga saran bu miting endüstrisinden en karlı çıkanlar da buzlu su yanında bayrak satanlar olmuş...

"Halkın uyanışı" olarak nitelendirilen bu mitingler bir rüya misali gök kubbe altında hoş bir seda olarak yerini almış...

*Sonra bol bol türbanı konuşmuşuz. Cumhurbaşkanın eşi türbanlı olur mu olmaz mı onu tartışmışız.

*Cumhurbaşkanı o olmasın bu olsun, yok o da olmasın ben olayım derken tartışmalar yerini seçimlere bırakmış. Sonrasında da 367 tartışmalarına. İktidar kuvvetleri inadım inat .............. derken muhalefet kuvvetleri de tencere dibin kara benimki senden kara diyerek ortalığı iyice kızıştırıken Cumhur olan bizler de 367 yeter sayı mıdır, asil sayımıdır yok yok asal sayı mıdır onu konuşmuşuz? Neticede ülkenin başbakanı Anayasa Mahkemesinin çektiği şut ağlara takılmadan önce hamlesini yaparak 367' yi seçime bağlayıvermiş.

*Isınan hava genleşir kuralından feyz alan politikacılar (siyasetçi demeye elim varmıyor) miting meydanlarını ısıtırken seçimden çok "küresel ısınma" konuşmuşuz. Zira seçimlerin nasıl sonuçlanacağını zaten biliyormuşuz. Bay Baykal hariç.

*Arada boş durmayıp yine türban konuşmuşuz. Bir de DP'nin ikinci kez tarih sahnesine çıkamadan tarih olan halini.

* Cumhur olarak e- muhtıraya cevabı 22 Temmuz'da vermişiz vermesine de AKP'yi yeniden tek başına iktidara taşıyarak "istikrar" kelimesinden ne anladığımızı da maalesef ortaya koymuşsuz. Mitinglerdeki kafa sayısına güvenerek dersine çalışmadan sınava giren CHP bu işten yine avucunu yalayarak çıkmış... CHP ve yandaşları biz nerde yanlış yaptık diye konuşurken işin içinden nasıl çıkacağını bilememiş. Elbette Baykal hariç.

* Seçim rüzgarı eserken ülkemizde biz sık sık türban konuşur olmuşuz. Bir de günden güne kuruyan barajlarımızı.

*Seçim bitip eski-yeni meclis sıraları doldurur doldurmaz DTP ile MHP'nin tokalaşmasını. "Eski köye yeni adet" mi geldi derken bir de bakmışız ki ülkemizde herşey"eski tas eski hamam".

*Meclis göreve başlar başlamaz cumhurbaşkanının kim olacağına dair tartışmalarımıza kaldığımız yerden devam etmişiz. İnadım inat diyen hükümet bir önceki kararından vaz geçmeyerek ne kadar istikrarlı (?) olduğunu göstermiş görmeyen gözlere. Yanına aldığı çelik kuvvet sayesinde 367 barajını sağlam bir şekilde aşarak bir zamanlar hariciye nazırı olarak görmeye alıştığımız Gül'ü Çankaya'ya uğurlamış.

*Bu esnada Hayrünisa hanımın türbanın Çankaya'ya yakışıp yakışmayacağı konuşulmuş kulislerde ve elbette trübinlerde.

*Türkiye Ilımlı İslam Cumhuriyet'i olur mu olmaz mı derken konuştuklarımız Malezya'ya kadar ulaşmış. Dost ve kardeş ülke Malezya bu işte bir gariplik olduğunu düşünürken bayram tatillerinde gidecek yer arayan cebi şişkin vatandaşlarımızın ülkelerine yönelmesi şaşkınlıklarının yerini memnuniyete bırakmış.

*Cumhurbaşkanı seçildi sular duruldu derken bu sefer de Fırat ve Diclenin geçtiği vatan topraklarından gelen acı haberler ülkeyi sadece kızıştırmakla kalmamış ulusal kızgınlık dalgası sınırların dışına kadar taşmış.

*Yürekleri dağlayan şehit cenazeleri terör örgütü ve yandaşlarına karşı adeta gövde gösterisine dönüşürken konuşmaktan yorulmayan bizler harekat planları yapaktan da geri kalmamışız. Emekliye ayrıldığını düşündüğümüz paşalara da strateji uzmanı olarak o kanal senin bu radyo benim konuşma fırsatı doğmuş. Ancak ülkemde yaşam pek çokları için daha da zor bir hal almaya devam etmiş.

*Konuşmalar yerini planlara bırakmış. Sonra da harekatın kendisine. Bu sefer de F16'ların yakıt ikmalini, bombayı sallayışını, yerlebir edilen karargahları konuşmuşuz.

*Bu sırada yağmurlar yağmaya barajlar da dolmaya başlamış. Ankara ve İstanbul'un su sorunu yerini sel sorununa bırakırken yaz aylarında yağmur duasına çıkan bizler ansızın bastıran yağmura hazırlıksız yakalanmanın cerebesini çekmişiz. Bir de bol bol konuşmuşuz. Yağan yağmuru, akan kanı, ebemin türbanını...

*2007 bitmiş gitmiş ama konuşulacaklar bitmemiş...2008'de savaşı, harekatı, şehitleri, ılımlı İslam'ı, felaketleri, TL karşısındaki dolar paritesini, küresel iklim değişikliğini, açlığı, yoksulluğu, sefaleti değil de Bülent Ersoy'un aşklarını konuşabilmeyi diliyorum... Hepimiz için iyi bir yıl olması umuduyla.

Cuma, Aralık 14, 2007

GRACIAS PER TUTTO

Tezinizi bitirmenize haftalar hatta belki de günler kala artık kelimelerin gözünüzün önünde dönmeye başladığını fark ettiğiniz; yazıların -hele ki başka bir dilde ise- üstünüze üstünüze geldiğini hissettiğiniz; bloğunuz da dahil hiç bir şey yazmak istemediğiniz; bir dostunuz kendini ihmal ettiğiniz hissi ile sitemlerini belirtirken ona mektup yazmaya bile imtina ettiğiniz; kendizi boş ve amaçsız bir insan olarak hayal ettiğiniz bir anda bir dostunuz sırf sizi mutlu etmek için elinde sarı bir gülle geliyorsa işte buna "Gracias a la vida per tutto" dersiniz.

Pazartesi, Aralık 10, 2007

Yaşamın Kıyısı'na ilişkin psiko-edebi bir analiz...

S ile yapmış olduğumuz Yaşamın Kıyısında tartışmasını daha doğrusu fikir telakkisini bir önceki yazımda getirmiştim huzurlarınıza. Şimdi de S'nin o muhteşem analizini getirmek istiyorum. Ulusal bir basın/yayın organında yayınlatmasının çok iyi olacağını defalarca söylememe rağmen öncelikle bu gariban sitede yer almasını istediği için S'ye teşekkür ediyorum. Okuyunca benim gibi anlatımına ve analizlerine hayran kalacağınızdan eminim. Aklına, yüreğine, kalemine sağlık...
Yaşamın kıyısında: Serseri gülüşlü bir adamın eller cepte, mutlu mesut dolaştığını görerek dalıveriyoruz filme. Ali muhtemelen Almanya’ya Türkiye’den ilk göç dalgasıyla gelmiş, hayatını gurbet ellerde kurmuş bir emekli; kökleri ise hala ülkesinde, karadenizinde. Filmin Almanya’da yaşayan gurbetçi kahramanlarının dillerine yerleşen yarı ağızlar (yarı Türkçe yarı Almanca) gayet gerçekçi..burada aklımın kıyıları yine bir kelimeye takılmadan edemiyor: gurbetçi..Gerçekten de ne gittiği ve ekmek yediği ülkede, ne de doğup büyüdüğü ülkede bir yeri olan, kendini bir yere ait hissetmenin dayanılmaz ağırlığını ardında bir türlü bırakamadığı ülkesinin bilmem ne zamanlarda kalmış değerlerine sıkı sıkıya sarılarak hafifletmeye çalışan insanlar..Aslında hangi kıyıya vursalar yabani bir ot misali bitiverme kaderine mahkumlar sanki. O yüzden de bir para babasının ağzındaki Havana puroları gibi eğreti duruyor üzerilerine geçirdikleri medeni ülke kıyafetleri. Hasretliğin en dibine vururken, evlat uğruna bırakamadıkları ve hiçbir zaman kendilerini ait hissedemedikleri bir kültüre alışmak zorundalar. Bir ülkenin ısrarla hiçe saydığı azınlık mensubu değil onlar; bir olamamış, yabancı kalamamış,a sı üstünde işte..gurbetçi..nereye gitseler adları bu..
Filmde aslında kıyısından (yaşamlarının kıyısından) tanık olunan hikâyelerin hiçbirine dâhil olunmasa da, hepsinden birer parça almak mümkün, kendi hayatlarımızın eksik kalan yerlerine yapıştırmak için. Fazla hızlı ilerliyor hikâyeler, yetişmek için zaman algımı biraz zorlamam gerekiyor. Zira “bugün ila yarını”, “bugün ile bir yıl sonrasıyla” karıştırabiliyorum. Şanslı tesadüfleri sonucu birbirini bulan bu insanların öyküleri beni tam da içlerine almasa da, gözlerinin önündekini görebilmekteki basiretsizlikleri bana kendi hayatımdaki kaçırdıklarımı hissettiriyor; hatta birer toplu iğne başı gibi batıveriyor zihnime. Herkes (belki kendi hayatlarından kurtulmak, belki o sorumluluktan kaçmak için) başkalarının hayatlarına dâhil oluyor ve onların peşi sıra sürükleniyor. Bunun kötü ve olmaması gereken bir şey olduğunu savunduğumdan değil elbet; ancak ihmal edilenlerin acıları gelip de dank edince kafalara o zaman da iş işten geçmiş oluveriyor. Kaç tane geç kalmışlık eklemek gerekir ki bir hayata ya da kaç kere pişman olmak gerekir ki? Peşinden sürüklenilen şey yaşayamadıklarımız mı yoksa yaşatmak istemediklerimiz mi? Bu kadar bencil olabiliyor insan; hatta bazen diyemeyeceğim bir zaman zarfı içerisinde. Film bu pişmanlıkları çok acımasızca cezalandırıyor: ölüm…
Kızının kendi yaşadığı yoldan gittiğini bir türlü kabullenemeyen ve nedense onu engelleme çabasına düşen bir anne var filmde; alman kız Lotte’nin annesi. Belki de aslında bu şekilde davranarak, yaşlanmayı kendine yediremiyor, kızının diriliğini kıskanıp bunu itiraf edemiyordur. Annenin kızını anlayabilmesi için kızın ölmesi gerekir. Bu sefer anne ve kız yer değiştirir, anne kızının peşinden gider. Onun yarım bıraktığı tazecik hayatı omuzlar ve hayallerini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda annenin de kurtuluşu olur.
Ona doğduğu andan itibaren hem baba hem de anne olan babasına; yani Ali’ye benzemeyen, onun bu kadar vurdumduymaz ve hayta olmasına duyduğu üzüntü, ona benzemediği için duyacağı sevinçten daha kuvvetli olan bir oğul; Nejat. Köklerinden gelen o Karadeniz hırçınlığı yoktur Nejat’ta. Katı bir Alman disiplini ve terbiyesi içindedir; babasını sanki başka bir ihtimal olmadığı için kabullenmek zorunda kalmıştır. Sevmediğinden değil ama sevdiğinden de emin olmayarak. Öyle ki, yaşını başını almış babasının bir fahişenin peşinden gitmesini anlayamaz da; sırf kızına para gönderebilmek için fahişelik yapan Yeter’e şefkat gösterebilir. Bu tam da gözünün önündekini görmez insanoğlunun, tanışından esirgediği sevgi ve anlayışı yabancıya bahşetmesinin aymazlığıdır aslında. Nejat sonunda hayatın bu kadar da kurallardan ibaret olmayacağını, bazen ara sokakların da bir hayatı katlanabilir kılmak için gayet tercih edilebilir bir yol olduğunu anlar ve babasının peşine düşer. Affederek rahatlar belki de. Filmin en rahat yapılan eylemini gerçekleştirir ve yollara düşer. Hepimiz anlayamadıklarımızla mı sağlıyoruz bu ruh sağaltımını ne?
Yeter ise, bir annenin her ne olursa olsun sırf kızı okusun diye verdiği yabancı topraklardaki hayat kahramanıdır. Belki de ancak bu kadar anlamlı olabilirdi ona atfedilen bu “hayat kadını” tanımı. Türkiye’de bir sol fraksiyonda örgütlü mücadele veren kızı Ayten, ayakkabıcıda çalıştığını sanmaktadır. Ayten ona giden her ayakkabının alınabilmesinin altında yatan nedeni bilse acaba onu, uğruna mücadelesini verdiği o insanlar kadar iyi anlayabilecek miydi? Sahi Ayten peşinden koştuğu (belki filmde denildiği gibi sadece kavga etmeyi sevdiği için) değerleri anladığını düşündüğü kadar iyi anlayabilir miydi annesinin hayatındaki gerçeği? Burada Özpetek’in cahil Periler filmine atıfta bulunmak gerek diye düşünüyorum. Bilinmeyenin verdiği mutluluk ne kadar sahici bir mutluluk olabilir? Acaba hepimiz sevdiklerimizin üzülmesindense onları cahil periler gibi mi görmek istiyoruz? Yani Ayten annesinin fahişe olmadığını bilirse, o paraları ona nasıl gönderdiğini bilmezse daha mutlu olacak. Peki ya bunun için ödenmesi gereken bir bedel olmayacak mı? Acaba bu gerçeği bildiği takdirde okuluna daha sıkı sarılmayacak mı? Daha adil bir hayat için sokaklarda kendini tehlikeye atan Ayten, annesinin verdiği bu mücadeleyi anlayabilecek mi? Sorular böylece sürüp gider. Ayten belki de hayatında ilk defa birinin kendi için bir fedakârlık yaptığını görüyor ve maalesef bu annesi değil de o alman kız oluyor; Lotte. Lotte’ye o yüzden bu kadar sarılıyor. Birlikte omuz omuza yürüdüğünü düşündüğü yoldaşlarından göremediği ilgiyi ve yardımı bir garip alman kızdan görüyor ve dostluğu da sevgililiği de yaşayıveriyor. İşte filmin tam bu noktasında bende ipler kopuyor çünkü Ayten’in örgütlü mücadeleden hippi bir yaşama geçişini pek sindiremiyorum. Tasvip etmediğimden değil, geçiş ağır geliyor sadece. Sanki arada daha çok şey olması gerek gibi geliyor bana, biraz daha sancılı olmasını bekliyorum o sürecin. Daha doğrusu bunun bir süreç olmasını bekliyorum aslında. Bellik ki mücadelesine sarılış, bir boşluğu doldurmak için, belki yönetmenin vermek istediği mesaj budur. Ama bana y,ne de fazlasıyla kaygan bir zeminmiş gibi geliyor.
Filmdeki yol hikâyeleri de başlı başına bir kurgu oluşturuyor aslında. Her insanın yola çıkma hikâyesi farklı ve bu yollar artlarında hep bir hayat bırakan cinsten, hem de tam ortasından! Küçük bir çağrışım, bir kavrayış hemen yola sürükleyebiliyor kahramanları. Aslında bence filmin gerçekliğe en uzak düştüğü yan bu; daha doğrusu benim gerçekliğime. Çünkü her şeyi bu kadar kolaylıkla bırakıp, atlayıp başını gitmek, imkânsız olarak kalıplaşmış bir imge bende. İşte bu yüzden bu sahneler bana aslında bir film izlediğimi hatırlatıyor; her ne kadar müzik eşliğinde yapılan o yolculuklar inanılmaz çekici gelse de..
Filmin sonu ise en sevdiğim yer oluyor. Nejat’ın babasını beklerken oturduğu kıyıdan gördüğümüz deniz, içeriye doğru kıvrılmış iki koyun arasından görünen dar bir boğaz..yaşamın kıyısı sanki..sahip olduğumuz hangisi peki; o boğazın ardındaki mi, kıyıya vuranlar mı? Yoksa denize ucundan kıyısından sahip olduğumuzu zannederek bir yanılgıya mı kapılıyoruz hep beraber?
Suna Çöğmen

Pazartesi, Kasım 19, 2007

Yaşamın Kıyısında

S ile "Yaşamın Kıyısında" hakkında konuşuyoruz. Ben filmde en çok teğet geçen yaşamlardan, kıyısında dolaştığımız ama bir türlü içine tam olarak giremediğimiz hayatlardan etkilendiğimi söylüyorum. Benim için böyle bir şey olsa gerek kıyısında olmak herhalde diye düşünüyorum ve biraz da uçlarda yaşamak hayatı. S ise kahramanların en yakın bildiklerini anlamak, bunun için çaba göstermek yerine kendileri için önceleri aslında yabancı olan diğerinin yaşamını anlamak için çaba gösterdiklerinden hatta onları anladıklarından etkilendiğini... Aslında ne kadar doğru bir çıkarım olduğunu düşünüyorum. Sevdiklerimizin kıyısında dolaşmak, ama onları anlamak için çabalamamak. Bunu ne kadar da sık yapıyoruz? Önem verdiğimizi zannettiklerimize aslında çoğu zaman kör gözlerle bakıyor, işitmeyen kulaklarla dinliyoruz onları. Belki de en çok bu yüzden yanılıyor, yanlış yapıyoruz onlara karşı. Sevdiğimiz birini anlamamız için illa onun ölmesini beklememiz gerekmiyor. Fatih Akın aslında bir uyarı çekiyor, hafiften ayar veriyor seyircisine.
Filmin sonundan rahatsızlık duyduğumu söylüyorum S'ye. Yarım kalmışlık hissinden hoşlanmadığımı, boşluk doldurma konusundaki kötümserliğimi. O ise en çok sonunu beğendiğini. Deniz kıyısı metaforunun filme yüklediği anlamı...
Filmlerdeki politik göndermeleri hatta pek çok tarafa iyi giydirdiğini söylüyorum S'ye. O bu göndermelerin çok hızlı geçildiğini...Ortak bir noktada birleşiyoruz S ile...İkimiz de etkileyen bir senaryo ve iyi işlenmiş bir kurgu var bu filmde.

Cuma, Kasım 16, 2007

YÖK Ülkemizin Her Yönden Gelişmesine Katkıda Bulunacak Atılımı Sağlayamadı

Geçenlerde YÖK'le ilgili bir yazı yazmıştım. Çukurova Üniversitesinden çok saygıdeğer bilim insanı hocamız İbrahim ORTAŞ da YÖK'ün kuruluş yıl dönümünde bir yazı kaleme almış. Değindiği noktaların çok önemli olduğunu düşündüğüm için bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
********************************************************************************
YÖK Üniversitelilik Bilincini Ortadan Kaldırdı.Evet bugün YÖK'ün kuruluş yıldönümü. Tamamen tek elden yürütülen ve yukarıdan aşağıya hiyerarşik yapılanma ile üniversiteler işleyemez duruma gelmiştir. Üniversitelerimiz ve eğitim sistemimiz işleyemez duruma gelmekle kalmamış bir bütün olarak ülkemiz bilimsel saygınlığını eşdeğer ülkelere göre geliştirememiştir. Bugün ülkemizin sosyal yaşamı, bilimi ve üniversiteleri toptan bir çıkmazın içindeyse bunun en önemli nedeni de YÖK yasası ile birlikte gelen üniversite anlayışıdır. YÖK' ile birlikte ülkemizde bilimsel kalite geriledi YÖK' ün kurulması ile birlikte aradan geçen 25 yıllık süre içinde belki ülkemiz üniversitelerinde niceliksel gelişmeler olmuştur, ancak unutmayalımbizden geride olan ülkeler bizden birkaç kat ilerlediler. Ancak ülkemiziçin en ciddi sorun üniversite ve bilim kalitemiz her geçen gün düşmüştür.Yine YÖK strateji raporundan öğrendiğimize göre üniversitelerimizin ve YÖK kurumunun ve diğer orta öğretim kurumlarına ilişkin istatistiki bilgiler, başta Milli Eğitim olmak üzere ülkemiz eğitiminin ve biliminin röntgeninin hiç parlak olmadığı ve ülkemizi ileriye taşımaktan da uzak olduğu görülmektedir. Muasır Medeniyet Seviyesini Yakalayamadık. Maalesef ülkemize yazık olmuştur. Ülkemiz insani gelişmişlik düzeyi yönünden 96 sırada, yoksulluk ve suiistimalde 70 sırada. Halen nüfusun%10'un üzerinde okuma yazma bilmiyor, ortalama okuma yazma oranı ise 3.5yıl. Maalesef ülkemiz Mustafa Kemal'in hedeflediği muasır medeniyetler seviyesine 90 yıl sonra halen ulaşamamıştır. Bu sorumluluk bizi yönetenlereaittir. YÖK'ün ve Üniversitelerin birazda ülkenin bu gerçeklerini dikkatealarak, toplumu aydınlatarak yurttaşlardan devletten taleplerde bulunmasını sağlamaları beklenilmektedir..Üniversite Öğrencisini Çağı Yakalayacak Düzeyde Eğitemedik Üniversiteye gelen öğrenci yalnızca ders almakta ancak eğitim aldığımaalesef söylenemez. Maalesef yine YÖK'ün raporuna göre ÖSS'yi başarmışolsa da öğrencilerin çoğunun düzeyi üniversite öğrenimine uygun değil.Devamında da biz üniversiteler gelen öğrenciye pek de bir şey katmadanmezun ederek göndermekteyiz. Mezunlarımız doğru düzgün yabancı dilbilmiyor, dilekçe yazamıyor ve kendisini ifade etmekte yetersizkalmaktadır. Biricik amacı bilgi üretmek ve bilgiyi yaymak olan üniversiteler bilinen bilgiyi öğretmekten öteye geçememektedirler. Cahit Arf'ın ifadesi ile neredeyse "ileri lise" konumundan öteye geçemedik. Bilimsel Üretkenlik Yönünden Üniversitelerimiz Verimsiz. Bütün birimlerde bilim ortamına yakışmayan, ilgisizlik, kadrosuzluk, verimsizlik ve doğal olarak yıldan yıla gelişen yılgınlık üniversiteleriçalışamaz konuma getirmiştir. Hepimiz yoksulluk sınırındaki maaşla, ekders, ikili öğretim, dışarıda döner sermaye üzerinden veya piyasada iş ararduruma getirildik. Bütün enerjisini para kazanan işe ayırtan öğretim üyeleri olarak bilim yapamaz konuma getirildik. Dünyada bilimsel çalışmalar ve araştırmalar harıl harıl işlerken, öğretim üyeleri 30 saate kadar derse girmeye zorlanmaktadır. Bu koşullarda nasıl bilim yapılacak anlamaktazorlanıyorum.YÖK yasası ile birlikte ülkemizin bilimsel bilim adamı yetiştirme sistemi bir türlü bir mekanizmaya ve kriterlere bağlanamamış. Yaratılan bilim insanı profili ise bilimsel üretkenlik yönünden son derece düşük düzeyde kalmıştır. Üniversitelerin Sorunu Yönetim Sorunudur. Türk yükseköğretimin başta üniversiteler olmak üzere en ciddi sorunu yönetim sorunudur. Adeta bir yerel yönetici belirleme yapılanmasına dönüşen üst yönetim belirleme sistemi üniversitelerde huzursuzluğu geliştirmiştir. Belirlenen adaylar önce YÖK kurlunda sonrada Cumhurbaşkanın ilkeleri belirlenmemiş taktirine bırakılmıştır. Üniversite üst yönetimlerinin iktidara gelmek için verdikleri paylaşımcı, liyakate dayalı atama ve terfi vaatleri, üniversiteleri demokratikleşme anlayışı ne yazık ki iktidara gelindikten sonra unutulmaktadır. Neredeyse bütün alt kademeden üst kademeye kadar ülkemizin bütün üniversite yöneticilerine karşı benzer eleştiriler gelmektedir. Ölçütleri belirlenmiş, liyakate dayalı kendi iç dinamikleri içinde özerk ve özgür üniversite anlayışına dayalı bir yönetici belirleme sistemine acil ihtiyaç bulunmaktadır. Bilim ve Eğitim Birinci Öncelik Olmalıdır Mutlak. Başta orta öğretim olmak üzere üniversite eğitim ve bilimi ulusal bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Ülkenin geleceğine yönelik temelaraştırma stratejileri geliştirmeli. Türkiye'nin GSMH içindeki en yüksek payı eğitim ve bilime ayrılmalı ve konu Milli Güvenliğin birici maddesi olmalıdır. Bunu yapamadığımız zaman sürekli kendi içimizde çözüm üretemeyen, teröre alet edilen, dışarıdan sürekli bilgi alan bir ülke olmaktan kurtulamayız. Çağımızın biricik tecrübesi eğitim düzeyi düşük, bilgi üretemeyen hiç birtoplumun çağı yakalaması mümkün değil ve ligden düşmektedir. Tarihin herdöneminde bilime önem veren ve onun gereğini yerine getirenler ilegetirmeyenlerin hikayeleri vardır. Sanırım ulus olarak bu konuyu en çokkonuşanlar bizleriz. Ne yazık ki bir arpa boyu yol alamadık, günden güne degeriye gidiyoruz. Yeni Bir Yükseköğretim Yasası ŞartÜlkemizin aydın geleceği için mutlaka yeni bir yüksek öğretim yasasınaihtiyaç bulunmaktadır. Üniversitelerimizin mutlaka bu talebi en yüksekşekilde ifade etmeleri gerekir. Bugünkü anlayışla ülkemizin bilimsel,ekonomik ve sosyal alanda atılım yapması beklenilmemelidir. Ancak atılımyapmak ve çağın gerisine düşmememiz gerekir. Bunun sorumluluğu baştaüniversite yöneticilerine düşmektedir. Günden güne eriyen üniversitelerinsorumluluğu, başta kurumların başına büyük umutlar ile gelip statükoyasığınan, kurumalara dinamizm katamayan yöneticiler aittir. Ayrıca bilincive şuuru olan, olayları ve gelişmelileri görüp bana ne diyebilenlereaittir. Kısaca bu ülkede sorumluluğu olan ve konuya duyarsız kalan hepimize aittir. Sorun siyaset üsütü bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Ülkemizin dinamik insan gücüne yeni dinamik ve çağdaş bir yüksek öğretim modeli yakışır. Ülkemizin bunu hakkettiğini düşünüyorum

Cumartesi, Kasım 10, 2007

iş bankası 10 kasım Mustafa Kemal Atatürk reklamı

Atatürk'ün insan yönünü çok güzel betimlemiş, onun ideallerini gerçekten çok iyi sembolize etmişler. 10 Kasım'da Atamız ancak bu kadar güzel anılabilirdi.

Cuma, Kasım 09, 2007

Bir Hüzün Başkenti

Her kentin, her mekanın bir kalbi olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Kendine has kişiliğiyle yaşayan bir canlıdır kentler de. Bazı kentler vardır enerjiktir, coşkuludur. Bazıları ise hüzünlü...Tarihin sillesini yemiş, acılarla dolu küfesini yüklenmiş giden. Kudüs bu küfeyi sırtlayan belki de en bilindik kenttir. Bir diğeri ise Berlin... Farklı ülkelerin farklı kentlerine yolum düştü. Ancak hiç biri Berlin kadar derin bir hüzne boğmadı beni. Sıcak savaşın bıraktığı taş yığınlarının arasından yeniden yükselirken bu sefer de soğuk savaşın oyunlarına sahne olmuş, halkı bir duvarla ikiye bölünmüş bir kentti burası, ve yıkılışının üzerinden 12 yıl geçse de duvarın kalbine kazıdığı izler hala çok rahatlıkla okunabiliyordu. "Unter den Linden" ne kadar kalabalık, ne kadar hareketli olsa da tarifi zor bir hüzün bırakıyordu üzerimde. Oysa ne de güzel bir karşılığı vardı dilimde caddenin: Ihlamurlar Altında! Nazi döneminin acımasızlığı, Sovyet egemenliğinin soğukluğu ile birleşiyor, kapitalizmin yapışkan yayılmacılığı ise kentin siluetine hafif meşreplik katıyordu.
Otomasyon düzenin insanları bir seri üretim hattı gibi akıp gidiyorken engelleri yıkılan doğu ile batı arasında ben, duvara rağmen bir aşkın nasıl sürdürülebildiğini düşünüyordum romantik bir ruh haliyle. Ya da bir duvar parçasının kaç kişinin kanını emdiğini...
Duvar bir semboldü sadece beyinlerimize değil, yüreğimize de kazınan. Bize yıllarca Doğu Almanya'nın komünist düşünceyle insanları esir aldığı anlatılmıştı. O yüzden olsa gerek doğu yakası dünyaya kapalıydı, soğuktu. Oysa ki haşmetli ama tek tip binaları, geniş caddeleri kaplıyordu, tıp kı başkent Ankara'daki gibi. Batı ise yüzünü Amerika'ya dönmüş, gece kulüpleri, kültür aktiviteleri, alış veriş merkezleriyle fıkır fıkır bir Avrupa Kentiydi. Oysa kapitalist ekonomiyi beslemek için kurulan fabrikalarda çalışması için davet ettiği "yabancıların" kendine bile yaban olduğu bir dramın ev sahibiydi sokak sokak, mahalle mahalle...Böylesine farklı, böylesine ayrıydı kentin iki yakası birbirinden ve bu aykırılığıydı belki onu böylesine kederli ve bir o kadar anlamlı kılan......Belki sırf bu yüzden adını her duyduğumda yüreğimin cız edişi.
Berlin halkı duvarın yıkılışının 18. yılını kutluyor, duvarın böldüğü hayatları anarak. Bazısı ise doğu ve batının ayırldğı günlerin özlemini duyuyor. Bense duvarın küçük bir parçasıyla sanki tarihin bir bölümüne sahip olduğum hissini taşıyorum.
"Goodbye Lenin" bu hüznü kentin fonu üzerine inşa edilen yaşamlar üzerinden işliyor. Kişilerin yaşamı, kentin dramına; kentin parçalanmışlığı kişilerin yaşamına karışıyor...Film, kimi zaman esprili ama bolca hüzünlü bir anlatım sunuyor Berlin üzerinden, tıp kı kentin kendisi gibi. Duvarın yıkılışının yıl dönümü olan bu günde eğer kendinize ayıracak biraz zamanınız varsa bu filmi izlemenizi öneririm. Tarafsız ve yalın bir anlatımla hazırlanmış ve gerçekten o döneme ışık tutuyor.

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Yazık oldu bizim Mösyö'ye...

Bir kadın düşünün ki Dünya'nın baş aktörlerinden birinin, mihenk taşı bir ülkenin liderinin eşi olsun ve ülkenin en tepesindeki kadınken tüm makam, mevki ve hayli gösterişli bir hayatı elinin tersi ile iterek bir anlamda tepedeki kadın olmaktan istifa etsin. İşte ben buna cessur, onurlu ve güçlü bir kadın portresi derim. Bahsi geçen kişiyi çıkartmanız zor olmamıştır sanırım. Zira son günlerdeki idol kadınımı sizlerle de paylaşmak isterim: Bayan Cecillia'yı. O kocasının iktidarına ortak olmak adına yalama olmuş bir evliliği sürdürme zorunluluğunu duymayan, bir insan olarak
ince hesaplar yerine derin duyguların daha önemli olduğunu gösteren, özgürce yaşayabilmenin her türlü mevkiden daha değerli olduğunu cümle aleme öğreten ve belki de en çok bu yüzden gönüllerde başka bir yere oturtulan kadın. Lady Diana'dan sonra "arkasında durduğum kocamdan bağımsız bir birey olarak ben de varım!" diyebilen ve belki de sırf bu tavrı yüzünden kocasının soyadından hariç sadece Cecillia olarak tarih sahnesine adını yazdıracak bir insan. Gizli kapaklı işlerle sadece kocasını değil tüm dünyayı aldatmaktansa aşkını doyasıya yaşamayı tercih eden ve bunun için her şeyi göze alabilen bir kadın O. Kısacası türünün numuneliklerinden. Sahi böyle kaç kadın kaldı dünya üzerinde? Kalbim seninle Cecillia, yazık oldu bizim Sarkozy'e.

Pazartesi, Ekim 29, 2007

Savaş, terör bahane Cumhuriyet'i kutlamaları şahane!

Kan kusup, kızılcık şerbeti içmek diye bir deyim vardır güzel Türkçemizde. Cumhuriyetin 84. yıl dönümünü kutladığımız bu günü iyi özetlediğini düşünüyorum bu sözün. Ülke kaosa sürüklenirken, savaş tamtamları çalınıp, karşılık restleşmeler ahenkli bir şekilde sürerken, onca insanımız ölmüş, üstüne üstlük sekiz askerimiz rehin alınmışken nasıl oluyor da böylesine coşkuyla, gökleri yırtan havai fişek gösterileriyle kutlanabiliyor bu cumhuriyet? Bu kadar kolay mı olup bitiyor herşey, bir gün önce hop otutup hop kalkıyorken yerlerimizde, bir gün sonra eller havada 10. yıl marşını söyleyip cumhuriyetin 84. yaşını kutlamak böylesine basit bir olay mı? Şapkalarımızı önümüze alıp düşünsek, bu 84 yılda neler gördü, neler yaşadı bu cumhuriyet desek, hangi badireleri atlattı, nasıl bu hale getirildi bir anlamaya çalışsak, hatta anlamakla kalmayıp bundan sonra da yaşayabilmesi için neler yapmamız gerektiğine ilişkin ortak bir akıl ortaya koymak için çabalasak, "haydi bütün eller havaya, cumhuriyeti kutlamaya"demekten çok daha anlamlı olmaz mı?

Salı, Ekim 23, 2007

Sözün bittiği yerde başlar bu yazı...

Gayri resmi olarak süregelen savaşımız tezkerenin çıkmasıyla resmiyete bağlanmış oldu. Tezkerenin kabulü PKK'ya ve onun destekçilerine aba altından sopa gösterirken, PKK da Türkiye Devleti'nin restini gördüğünü içimizi yakan bir eylemle gösterdi. Evet, içimizi yakan diyorum çünkü 21 Ekim sabahı televizyonları karşısında ailecek pazar kahvaltısı yapan bizler önce 9, hemen sonrasında 12 canımızı kaybettiğimizi öğrenince gerçekten yandık. Ateş 20 yılı aşkın bir zamandır topraklarımıza düşüyor ve bu gerçekten can yakıyordu. Hepsinin bir öyküsü vardı, her insanın bir kişisel öyküsü olduğu gibi. Kimi evlenecekti tezkere alır almaz, kimi daha yeni kavuşmuştu yıllardır görmediği annesine...Açıklamalar yapılıyordu farklı ağızlardan: kanı yerde kalmayacak askerlerimizin, hesabı sorulacak tüm bu olanların deniyordu, yıllardır dendiği gibi...ve 33 PKK'lının öldürülmesinin ardından Genel Kurmay açıklıyordu "misli ile karşılığı verilmiştir" diye. Sevinmek mi gerekirdi şimdi öldürülen diğerlerine? Onların hikayelerini merak etmek vatanını sevmeme anlamına mı geliyordu? O halde kimliği belirsiz teröristlerin ölümüne sevinmek irrasyonel olarak belki de en doğru duygusal tepkiydi. Evet duygusaldık, yılların yükünü taşıyan, yıllardır aynı acı haberleri duymanın yorgunluğu ve yılgınlığı ile beraber duygusaldık hem de...Tepkilerimiz de o doğrultuda "duygusal" olacaktı elbette, ne de olsa bizler sadece halkıydık bu ülkenin. Duygusallıktan uzak, rasyonel çözümler üretmekse her zaman olduğu gibi politikacılarımıza bırakılmalıydı. Kitlesel olarak il il, bucak bucak yollara dökülen halk "hepimiz Mehmetiz, hepimiz askeriz, hepimiz şehitiz" sloganları eşliğinde bir an önce vatanını bölmek isteyen katillerin cezalandırılmasını, Devletinin kişilikli bir çözüm ortaya koymasını istiyordu ısrarla...Halk demokratik yollarla devlet unsurlarına bir mesaj ulaştırıyordu, haklıydı da kendi doğalında. Oysa hükümet sözcüsü "serin kanlı" olmalarını, taşkınlığa mahal vermemelerini istiyordu sabrı zaten taşmış olan halkından. Doğruydu, politika üretmek duygusallık kaldırmıyordu. Hele ki "terör" söz konusuysa akılcı çözümler üretebilmek için serin kanlı olmak, akıl bali davranabilmek daha büyük önem kazanıyordu.
Çünkü PKK Türkiye için terör örgütü sınıflamasına girerken ABD ve Rusya gibi ülkeler için bir sibop görevi görebiliyordu. ABD'nin basın organları terörist yerine direnişçi, gerilla, savaşçı gibi terimleri kullanmayı tercih ediyordu. Bu bile inceden bir mesajdı...
Bakın internet nnsiklopedisi Vikipedi "dünden bugüne terörizm" sekmesi altında şu satırlara yer veriyor: " İkinci Dünya Savaşı'ndan ve özellikle 1963'deki John F. Kennedy suikastinden sonra faaliyetlerine hız veren ABD'nin tutunmayı hedeflediği coğrafyalarda istikrarsızlık ve bunalım ortamı yaratmak için yaymış olduğu yıkıcı bir düşünce akımıdır[kaynak belirtilmeli] .Bu düşünce akımını tüm muhalifler desteklemektedir. Özellikle İsrail devleti kurulduktan sonra Ortadoğu coğrafyasında terörün, şiddetin ve kargaşanın şaşırtıcı biçimde hiç durmadığı ve giderek arttığı göze çarpar. Bugün terörizm düşünsel boyutta bir düşünce olmaktan çıkıp devletlerin gizli çıkarları uğruna masum insanların vahşice öldürüldüğü bir eylemsel bütünlüğe ve anarşinin hüküm sürdüğü her yerin düzenine dönüşmüştür." Bu ifadeler zaten bildiğimiz şeyleri bir kez daha hatırlatır, bir kez daha doğrular nitelikte. PKK ABD, Rusya ve bazı Avrupa Birliği ülkelerinin maddi ve elbette manevi destekleri ile ayakta duruyor. Çünkü ABD'nin ve içindeki Siyonist lobilerin hayalini kurduğu Büyük Ortadoğu'yu içeren bütünün bir parçası. Görünen o ki bağımsız Kürdistan, Kürtlerden çok, uzun zamandır Ortadağu'yu, Kudüs'ü ele geçirmenin hayalini kuran ABD'nin işine yarayacak.
Sorun şu ki terör eylemleri giderek halkı bölmekte ve kutuplaşmaları arttırmakta. PKK'nın özellikle "özgürlük vaat ettiği" toprakların gelişmesini, halkın ekonomik etkinliklerle güçlenmesini ve eğitilerek bilinçlenmesini engellediğini, özellikle 88-94 yılları arasında öğretmen ve doktorlara yönelik saldırılardan biliyoruz. Bu savaşta kayıplar sadece güvenlik güçleri ile sınırlı değil, pek çok öğretmen, doktor ve sayısı binleri aşan sivil insan hayatını kaybetti. Peki ne için? Ben bu sorunun cevabını defalarca sordum, hala da soruyorum kendime, ama ne bilgi birikimim ne aklım içinden çıkılır, somut ve berrak bir cevap verebiliyor bu soruya. En büyük korkum, duyguların akışına kapılarak, çığ gibi büyüyen öfkenin masum insanlara yansıtılması ve artan kutuplaşmaların, öfke patlamaları olarak "linç" girişimlerine dönüşmesi. Hiç bir zaman aklımızdan çıkartmamamız gereken bir şey olduğunu düşünüyorum: Nasıl ki her Müslüman El-Kaideli ya da onun sempatizanı değilse, her Kürt de PKK'lı ya da onun sempatizanı değildir. Genellemelerden uzak durabildiğimiz sürece bölünüp, yeni devletçikler türetmez, başka bir deyişle oyuna gelmeyiz.

Cuma, Ekim 19, 2007

Kazma KAZ'da!!!

Bayramiç'ten bir görünüm: www.canakkale.com 'dan alınmıştır.
İstanbul'un taşı toprağı altın diyenler yanlış biliyorlar. Türkiye'nin neredeyse her dağı, her taşı altın. KAZ kaz bitmez bu altınlar canım vatanımda. Bergama'nın tepelerinden altın, ovalarından siyanür akar. Kuşadası'nın dağları önce yakılır, sonra birinci kalite taş ocağı olur. Bodrum'un dağlarından güzel kayrak taşı çıkar ki bu taşlar beş yıldızlı tatil köylerinin, trilyonluk rezidansların duvarlarını süsler. .....................................................................
Dağ taş, ova bayır gezip altın avcılığına çıkanlar her kimse çok iyi çalıştıkları kesin. Nerede bakir, nadide bir köşe var bulup çıkartıyorlar. Ellerine sağlık. E tabi ne de olsa biz kalkınmakta olan bir ülkeyiz. Ağaçtan, doğadan, temiz hava, temiz toprak, kaliteli sebze-meyveden daha çok altına ihtiyacımız var. Ne de olsa topluca kalkınmak zorundayız, sağlıklı bireylerden çok kesemizin dolduğuna, hazinemizin kasasının şişmesine bakarız. Siyanür olsun, metan gazı olsun, karbon gazı olsun vız gelir bize. Bağışıklıyızdır cümleten asitin, zehirin her türlüsüne. Çevre dediğin, doğa dediğin nedir ki, vız gelir tırıs gider; mühim olan maliyettir, iktisattır, kapitaldir. O yüzden KAZ dağlarını da bir güzel kazmak, köstebek yuvasına çevirmek, çıkan altınları siyanürle ayrıştırmak gerekir temizinden.
................................................................................................................
İnsanımız sever altını, altına yatırım yapmayı; düğünlerde, doğumlarda bir Cumhuriyet ya da Ata takmayı...Sever takıp takıştırıp, ışıl ışıl altınlara dolanmayı. Ama bir altın parçasından daha çok sever yaşadığı yeri, soluduğu havayı, yediği elmanın tadını bilinçlenen halkımız. O yüzden koyar tavrını kendini hiçe sayıp rant peşinde koşanlara en okkalısından.

Salı, Ekim 16, 2007

Türk işi ibadet...

Dün e-postama göndermiş bir aradaşım. Bir nevi foto blog olarak yayınlamayı istedim. Bu şahsiyet kimdir bilmiyorum ama affına sığınarak, kolay da deşifre olmayacağını düşünerek yayınlıyorum. Söylenecek çok söz olmasına rağmen bu resmi yorumsuz göndermeyi uygun buldum. Ben yorum kısmını size bırakıyorum dostlar. Eminim sizden çok şey çıkar.

Pazartesi, Ekim 15, 2007

Hüzün değil bu hazan...

Güz serin nefesiyle yavaş yavaş hissettirmeye başladı kendisini...Aylardır oruç tutan toprağa düşen yağmur zerreleri bayramın gerçekten geldiğini müjdeler gibi suya hasret kalmışlara... Üşümenin, ürpermenin, yağmurdan iliklerine kadar ıslanmanın ne menem birşey olduğunu unutmuştuk nicedir. O hazzı yaşıyoruz ailecek bir kaç gündür. 75'lik Anneannem, evden çıkmaya mecali olmadığı halde yağan yağmurun altında karşıdaki gevrekçiye kadar yürüyüp, sırıl sıklam ıslandığını anlatıyor telefonda büyük bir zevkle...Bense o çok sevdiğim kokuyu çekiyorum derin bir nefesle: tazeliği, duruluğu, hüznü...
Hazan mevsimi hüzün mevsimidir derler; bağbozumu, yaprak dökümü...Oysa bu hazanda düşen yapraklar hüznün değil, yaklaşan kışın müjdecisi oldu; düşen her yağmur damlası daha bir coşkuyla karşılandı. Özlemle beklediğimiz bir dost gibi...

Perşembe, Ekim 04, 2007

Siz hangisi olmak istersiniz? Malezya mı Ruanda mı yoksa başka birşey mi?

Anayasa referandumuna haftacıklar kala hala neyi oylayacağı konusunda ciddi bir fikre sahip olmayan vatandaşlar olarak anayasamızın gıyabında ortalıkta dönen tartışmaların içinde kendimizi de kaybetmiş durumdayız. Türkiye Malezya mı olacak Ruanda mı; yok efendim Cezayir'e mi dönecek, İran İslam Cumhuriyeti'ne mi şaşırdık valla. Her gün bir yenisi çıkıyor bu model ülkelerin. Ne olduğumuzu, ne olacağımızı bulamadık bir türlü. Anayasanın yanında bir de yeni kimlik belgesi edineceğiz bu gidişle herhalde. Aslında anayasa hazırlama uğruna bu kadar meşakkate de hiç gerek yokmuş gördüğüm kadarıyla. Oylama pusulalarına ülke isimleri yazıp, hangisi olmak istersiniz, hangisini seçersiniz deseler daha kolay olur(muş). Hatta benim kuşağın hem öğrenip hem de eğlendiği İsim-Şehir- Ülke oyununu bir format halinde devreye soksalar çok daha pratik bir çalışma olmaz mı? Cumhurbaşkanı kim olsun?- Başkent'in yeri değişsin mi?- Türkiye hangi ülkeye dönüşsün?...Kim bilir belki bu önerimi okuyup, son tahlilde bu cin fikri sokarlar uygulamaya. Zira yasacık ve yasakcık söylentileri dışında ortada oylanacak ne ana var ne de yasa. Sokaktaki adama soruyorlar "Türkiye'nin hangi ülkeye benzemesini istersiniz?" diye. "Malezya mı, Ruanda mı?". Adamcağız şaşkın, hayatında belki ilk defa duymuş Ruanda'nın adını. Ne Tutsilerden haberi var, ne Hutular'dan ne de Fransa destekli, Belçika köstekli o kandlı katliamdan... Hotel Ruanda' yı sorsalar "Aksaray'da bir otel mi o" diyecek. Malezya'dakiler ne yer ne içer, burası Dünya'nın neresine düşer nerden bilecek. Bana ne ne diyor sokak amcası Ruanda'dan Malezya'dan. Başka bir vatandaş atılıyor "Türkiye Türkiye olarak kalsın, benzemesin hiç bir ülkeye" ... Der tabi, soru abes her şeyden önce. Ama konuşacak başka konu da yok piyasada. Üniversite öğrencisi türbanla okula girsin mi girmesin mi diye tartışıyor, üstüne girerse "mahalle baskısı" olur, el kadar bebeler örtünmek zorunda kalır diye kuramsal çarpıtmalarda bulunuyor, sonrasında da Malezya gibi ılımlı İslam yönetimine geçeceğimizin ön görülerini yapıyoruz haklı olarak. Haklı olarak diyorum çünkü elimizde tartışıp görüş bildireceğimiz daha sağlam malzemelerimiz yok, farazi durumlar üzerinden niyet okumacılığı yapıp geleceğe ilişkin fikir telakkisi yapmaya çalışıyoruz. Magazinsel yönleri ile ilgilendiriliyoruz yani, düpedüz güdümleniyoruz. Cumhurbaşkanımızın hali ne olacak bundan sonra bilmiyoruz mesela. Ya da türbanın üniversitelerde serbestlenmesi dışında bu yasa toplumsal hayatımıza neler getirecek, neleri değiştirecek bilmiyoruz. Sivil anayasamız bizi ne kadar sivilleştirebilecek, demokrasi anlayışımızı ne kadar geliştirecek, temel insani haklarımızı ne derecede kapsayacak hiç biri ile ilgili net bir bilgiye sahip değiliz fikir üretebilmek adına. Bu anayasa işi biz Türkiyelilerin hayatında bir şey değiştirir mi, Türkiye Malezya olur mu, olmaz mı bilmem ama bildiğim Malezyalıların hayatında şimdiden birşeylerin değişmeye başlamış olması. En azından adamlar Türk turist patlaması sayesinde hazinelerini zenginleştirecek, bizim içimiz dışımız Malezya olurken model bir ülke olmanın keyfini sürecekler belli bir süre...
Malezya'dan insan manzaraları....

Perşembe, Eylül 27, 2007

İstisna Bunlar Vallahi İstisna!

"İstisnalar kaideyi bozmaz"ların cumhuriyetinde yaşıyoruz. Hayatlarımız kaideler ve onları bozmadığına inandığımız istisnaları üzerine kurulmuş. Ön koşulların çarşaf çarşaf listelendiği iş başvurularında, okul giriş sınavlarında "istisnalar" olabiliyor mesela. Tıpkı vergi borcu söz konusu olduğunda kardan zarar eden istisnalar olabildiği gibi. Ama bu istisnalar ne genel teamülleri değiştiriyor kurulu düzenimizde ne de kişisel öfke patlamaları dışında topyekun bir eylem çabasına dönüşüyor. Örneğin cinsellik en önemli tabularımızdan biri olmasına rağmen orada da geçerli bu istisnalar. Bu nedenle toplumun ahlakını bozan travesti Ersin'in tekme tokat sokak ortasında dövülmesi ona müstahakken ablaların ablası Bülent ablanın önünde el pençe divan duruyor alaturka Pop yıldızı adayı sokaktaki Ersin'e küfrederken. Çünkü Diva diye adlandırılan telli duvaklı gelin ablamız kendisini bizim için kurban olmaya adamış bir "istisna". Eşcinsel olduğunu açıklayan çocuğunu evlatlıktan reddeden baba için dinlerken mest olduğu Sanat Güneş'i de ayrı bir "istisna". Komşusunun kızını sokakta bir erkekle el ele gördüğünde her türlü yaftayı yakıştıran mahalle teyzesi için sihirli camın ötesinden kendisi ile kafa bulan Sedacığının ya da o çok beğendiği dizinin başrol oyuncusu kızın yaşadığı aşklar elbette ki "istisna".
Söz istisnalardan açılmışken ve bu günün dil bayramı olmasına istinaden güzel dilimizde de "hoşça kal" yerine "bye" demek, "nasılsın" yerine "nbr" yazmak bir istisna. Ne demiştik efendim "istisnalar kaideyi bozmaz", hem ne olmuş istisna olduysa.

Çarşamba, Eylül 26, 2007

Sanat yapmak bu kadar kolay olabilir mi?

www.edasuner.com 'da sevgili Eda çeşitli fotoğraf formları oluşturabileceğimiz bir site önermiş ve kendi çektiği fotoğrafları bizlerle paylaşmış. Onları görünce çok hoşuma gitti. Gerçekten çok eğlenmişe benziyordu...Sayesinde bizde de bir çılgınlık başladı. Hernevi fotoğrafı çektik, çekiyoruz ve de çekmeye devam edeceğiz. Bendeniz sanatsal çalışmalarımı yayınlamayı uygun gördüm. Eda kadar cesaretli değilim sanırım diğerlerini yayınlama konusunda. Size de tavsiye ediyorum bu siteyi...Garantilidir, tarafımızdan denenmiş, eğlencesi onaylanmıştır. www.cameroid.com ...

Pazar, Eylül 23, 2007

Ezgi'nin DNA'sı....

Bu çalışmayı Tuna YILMAZ'ın sitesinde gördüm. Çok zevkli bir çalışma. Tavsiye ederim. Hem eğleniyor, hem seçimleriniz sonucu kendinize ilişkin izlenimlerinizi çoğaltıyor hem de size benzer başka insanlarla tanışma fırsatı yakalıyorsunuz. Ben tanışma faslını geçtim. DNA'mı burada yayınlamayı tercih ettim...

Cuma, Eylül 21, 2007

YOK mu YÖK'ten başkası?

Efendim malumunuz "anayasa" (ataerkil bir ülkede babalar gibi yasa ya da baba yasa dense daha mantıklı olmaz mı? sorusu dip not olarak hafızamızda dursa fena olmayacak) tartışmaları aldı yürüdü. Her kafadan bir ses yankılanıyor. Yankılanması başbakanımızın aksine beni pek bir memnun ediyor. Neticede bu yasa hepimizin yasası olacak. Toplumsal uzlaşmayla yapılanması içimize sinmesi açısından önemli değil mi? Elbette önemli, o yüzden ağzı olanın değil aklı olanın ses çıkartması gerekiyor diye düşünüyorum.
Bu konunun ana ekseninde süren başka bir tartışma, dalaşma durumu artık kanıksadığımız YÖK, hükümet tartışması. Malumunuz YÖK'le hükümet arasında uzun süredir bir hamaset durumu söz konusu. Hükümet yüksek öğrenim işine karışmaya ne kadar meraklı ise, YÖK de hükümetin uygulamalarını eleştirmeye o kadar meraklı.
Peki 12 Eylül sonrası yapılanma içinde yeşeren Yüksek Öğretim Kurulu yüksek öğretim ve öğrenim hayatımızda neleri getirip neleri götürmüştür? Sıralamak yersiz olur bildiğimiz çoğu şeyi. Ancak ap açık olan bir durum var ki o da YÖK'ün siyasetten arınık bir yapılanmasının olmadığı. 80 sonrası düzenlemelerden biri olan kurum elbetteki ki ülkenin yeniden yapılanmasından rahatsızlık duyacaktır, her ne kadar bilim insanlarınca yönetiliyor olsa da... Amacım yeni anayasa şöyle iyidir böyle güzeldir demek değil (bilmediğim birşeyle ilgili nasıl yorum yapabilirim ki). Sadece iğneyi başkasına batırmadan önce çuvaldızı kendimize, demokratiklik, laiklik, sosyal adalet vb konularda mangalda kül bırakmayan "bizlere"(biz varsa her zaman bir onlar durumunun olduğunu unutmayarak) batırmaya çalışıyorum.
Sadece, asli görevi üniversiteler üstü bir düzenleme ve denetleme sağlamak olan YÖK'ün bazı kurulları, sorumluluk alanı olan üniversitelerin akademik çalışanları ile ilgili hayati derecede önemli olan karar (lar) sürecini asgari altı ayda tamamlayabiliyorken, bürokratikleşme içinde bu insanların yıpranmasına, akademik çalışma dışında her nevi evrak işleriyle boğulmasına neden oluyor ve bunun sorumlusu olarak da yine kişileri işaret ediyorken, lisans programlarının hazırlanmasında hükümetvari bir strateji izlemeyi uygun görüp, Ankara dışındaki üniversitelerin akademisyenlerinin görüşlerine önem verme gereği duymuyorken, doktora yapmazsan işin biter dediği araştırma görevlilerinin başka üniversitelerdeki doktora alternatiflerinin önüne taş koyup, ya öyle ya böyle diyorken... hükümet uygulamaları kadar kendi uygumalarını da en azından gözden geçirmesi gerekir düşünüyorum. Çok mu şey istiyorum? YÖK üniversitelerdeki asayişin (?) bozulacağından, genel barış ortamının (?) zedeleneceğinden, milletin sarıkla, cübbeyle derse girip öğretim üyeleriyle dini mücadelelere gireceğinden endişe duyuyor olabilir. Geçmiş yaşantılardan ötürü kaygılanması kendi açısından olağan da olabilir. Ancak başörtüsünden önce kendi içinde, uygulamalarında, yönetmeliklerinde düzeltmesi gereken daha pek çok şey varken türban (bkz:başörtüsü) konusunda patinaj yapması, sanki üniversitelerin tek sorunu buymuş gibi bir izlenim uyandırmıyor mu?

Pazartesi, Eylül 17, 2007

Mutlu olmak herkesin hakkı!

Yine mimlendim. realmrxa mutluluğun resmini çizmekle ilgili mimlemiş beni. Sağolsun böyle güzel bir mevzuda mimlediği için. Kendi sitesinde koyduğu fotoğraf çok güzeldi. Ben de bir fotoğraf paylaşayım istedim, biraz absürd gelebilir. Ama ben çok beğendim. Bir arkadaşım e-postama göndermiş. Kimin çektiğini bilmiyorum ama iyi bir kare yakaladığını söyleyebilirim. Çarşaflı kadının gözlerini göremesem de birbirlerine nasıl bir aşkla baktıklarını anlayabiliyorum. Babaları olduğunu düşündüğüm adamın himayesinde neşeyle oynayan çocukların mutluluğuna ne demeli?

Mutlu olmak neticede herkesin hakkı değil mi?

Ben de aydan, gaye, kibele, goddess ve golge'yi mimliyorum. Hadi bakalım.

Çarşamba, Eylül 12, 2007

12 Eylül 1980' i bir de benden dinleyin.

12 Eylül 1980 Türkiye'nin siyasi ve toplumsal hayatı için önemli dönüm doktalarından biri olarak değerlendirilegelmiştir. Bense bu günü Türkiye insanının mankurtlaştırılması açısından önemli bir başlangıç, sonraki kuşaklar adına kara bir leke olarak değerlendirmişimdir. 12 Eylül ve sonrası bugüne kadar çok yazıldı, çok irdelendi, çok tartışıldı. Bundan sonra da siyasi tarihin önemli bir taşı olarak tartışılmaya devam edileceği kesin.
Ancak ülkem için bu önemli gün benim kişisel tarihim açısından da ayrı bir öneme sahiptir. Yok öyle sandığınız gibi birşey değil. Şükür ki ne ben ne de yakınlarımdan biri tutuklanıp çeşitli zorlama ve işkencelere maruz kaldı. Benimkisi çok daha çocuksu, çok daha naif. Nasıl çocuksu olmasın? 80 kuşağı insanı olarak daha bir yaşını doldurmaya ramak kalmış bir yavrucaktan bahsediyorsak hele...
1979'un 19 Eylül'ünde doğmuşum. Aile eşrafının toptan İzmir'de ikamet etmesi, bizimkilerin (anne-baba) ise başka bir şehirde çalışıyor olması minicik yavrularının 1. yaş doğum gününü zorunlu olarak erken kutlamasına vesile olmuş. Tüm aile toplanmış uygun bir tarih kararlaştırılmış. Doğumgünü anneannelerin Göztepe'deki evinde kutlanacak babaanne ve amcalar da Karşıyaka'dan deplasmana geleceklermiş. Akrabalar, yakın dostlar bu "önemli" günde bir araya gelmek için sözleşmişler. Sözleşmişler sözleşmesine de nereden bilsinler insancıklar kararlaştırdıkları bu mühim günde darbe olup hükümetin alaşağı edileceğini, nereden bilsinler o gün sokağa çıkma yasağı olacağını, çıkanların da tutuklanacağını? Neticede darbe doğumgünü moğumgünü dinlememiş balyoz gibi inmiş milletin üstüne. Ama sanmayın ki bizim kutlama balyozun altında kalmış. Apartmandaki konu komşu toplanmış, hazırlanan pasta en ortaya konmuş ve ezgicik bir yaş mumunu darbeye rağmen üflemiş...Evet babaanneler, amcalar ve diğer sevdikleri yanlarında olamamış ama ezgi varlığını herşeye rağmen ortaya koymayı başarmış. Bomboş sokakların arka planda görüntülendiği fotoğraflar ise 12 Eylül 1980'in gayriresmi belgeleri olarak kişisel arşivimizde yerini almış..

Salı, Eylül 04, 2007

Coyote kızın koku haritası!

Sevgili İnte beni en sevdiğim kokular konusunda mimlemiş. Böyle bir konuda mimlendiğime çok sevindim, zira mimlenmeseydim de bu konu hakkında bir iki kelam etmeden geçmeyecektim. Lakin, her ne kadar inteye birazdan yazıyorum desem de bu sözün üzerinden bir kaç gün geçti. Bu zaman zarfında bendeniz yazın son demlerini yaşamak üzere Bod(u)rum semalarında dolaşmaya başladım. Deniz, güneş, meltem filan diye kıskandırmayayım şimdi sizi. E hal böyle olunca insanın eli ermiyor bilgisayara.Zati kaldığım otelde virales olmadığı için komşu otelinkini kaçak kullanarak yazabiliyorum bu satırları. Bir nevi hırkızlık yani. Ne diyelim komşuda pişer, bize de düşer. Büyük otellerin yanına konuşlanmanın -insanı uyutmayan gürültüsünü saymazsak - bu gibi faideleri olabiliyor.
Neyse sevdiğim kokulara gelince...Öncelikle koku ve koklama hususunda bir iki noktayı bilimsel bağlamda ele almak isterim. Gerçi aydan'ın bloğuna yaptığım yorumda belirttim ama benim sitede de bulunmasının bir zararı olmaz herhal? Efendim bu koku hadisesi öyle nalet birşeydir ki doğduğunuz andan itibaren sizi esiri altına alır. En gelişmiş duyu organı olmasından mütevellit bazı insancıklar bu organlarını her işe bulaştırmaya bayılırlar. Beynin içinde bulunan odacıklar(merkezler dersek daha bilimsel olur) içinde talamustan dağılmayan tek duyudur koklama duyusu. Öyle etkilidir ki duygularla direkt bağlantı kurar ve hafızada kalıcı bir yer edinir. Bir bebek annesini diğer iki ayaklılardan ancak kokusu vasıtasıyla ayırabilir. Bu koklaşma hadisesi anne-yavru arasında bağlanma diye tabir edilen bir duygu yumağı oluşmasını da sağlar.Böylece koklama insanın en gelişmiş, en özel duyusu olarak asırlık yolculuğuna devam eder...
Bendeniz sansargillerden gelme bir homosapiens olduğumdan mıdır nedir çok iyi koku alır, iz sürerim. Geyik bir yana iyi bir koku hafızam ve uzun burnum sayesinde güçlü bir koklama mekanizmam vardır. Beni en çok etkileyen kokuların başında yağmurun toprakla buluşup ona nüfuz ettiği anda çıkan koku gelir. Bir de şu an duyumsamakta olduğum deniz kokusu aklımı oynatmama neden olabilir. Çocukken İzmir hasreti ile yanıp tutuştuğum zamanlarda gözümü kapatır, kafamı çalışma masama gömer İzmir'in kendine has lağımla karışık deniz kokusunu duyumsardım. O bile beni baştan çıkartmaya yeterdi. Bir de İzmir'de evimizin sokağında eskiden mandalina bahçeleri vardı ve bahar mevsiminde mandalin çiçekleri açtığında meltemle birlikte öyle güzel bir koku yayılırdı ki etrafa tadına doyulmazdı. Şimdi o bahçelerin yerini rezidans denen havuzlu apartman azmanları aldı...Efendim ben damak zevkine düşkün bir zaat-ı şahane olarak yemek kokularına da dayanamam. Hemen karnım acıkıverir. Ne yemeği diye sormayın, her nevisinin kokusunu severim(etli taze fasülye ve et haşlama hariç) özellikle de mangalda pişen balığı.
Tatil modunda olduğumdan olsa gerek böyle denizi, mandalinayı, balığı yazmışım sadece. Bunların dışında tiner, uhu, boya kokularını da severim ama tabi bağımlı olmamak kaydıyla :)).
Bu konu ile ilgili yazmak isteyen dostlar hepiciğiniz mimlendiniz...Hadi pamuk eller kılavyeye..

Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Bir cumhuriyet bir başkanlık: duygular- düşünceler- kurgular

Benim işim duygu ve düşüncelerle. Ülkenin siyasi meseleleri kadar insanların duygu ve düşüncelerini de merak ediyor ve bunlar üzerine düşünceler üretiyorum. O yüzden bu yazı ne cumhuriyetin geleceğine ne de bugün kurulan yeni hükümetin durumuna (her ne kadar Aksu, Pepe ve Koç'un gitmiş olmasına, Arınç'ın hükümette yer almayışına sevinsem; Çelik ve Unakıtan'ın yerini korumasından ötürü şüphe duysam ve her zaman olduğu gibi kadın bakan sayısından endişe etsem de...) ilişkin bir yazı olacak. Okumaya başladığınız yazı tümüyle temel insani duygu ve düşünceler çerçevesinde şekillenecek...En azından ben öyle olmasını umuyorum.
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığının ilanından beri "acaba öğrenciliğinde ya da Sakarya Üniversitesi'nde hocalık yaptığı yıllarda bir gün devletin en üst makamına yükseleceğinin hayalini kurmuş muydu?" sorusunu düşünür oldum sıkça. Ya da bu gün e-postama düşen isabetli bir fotoğrafta görüldüğü üzere İnönü ve Ecevit'in arkasından meraklı gözlerle bakan genç Sezer o yıllarda bir gün gelip cumhurbaşkanı olacağını, o yılların reis-i cumhuru İnönü'den yıllar sonra o koltuğa oturacağını düşünebilmiş miydi? Orası bilinmez. Tıp kı diğer soruların cevabı bilinmediği gibi (en azından bizim tarafımızdan), ama yine de kendimi onların yerine koyuyor, cevabını bilemesem de bu sorular çerçevesinde neler hissettiklerini anlamaya çalışıyorum.
Diyorum ki.........................
- Acaba aylar süren mücadelen sonra belli bir kesimin sonuna kadar karşı çıkışı, belli bir kesimin ise koşulsuz desteği ile makamına yerleşen Gül Çankaya'daki bu ilk gecesinde neler hissetmiş? Neleri sorgulamış, ne tür kararlar almıştır? Kendisine karşı olanlara rağmen suratına yerleşmiş sevimli gülüşü ve eşitlikçi söylemleriyle koltuğa oturan Gül "it's my turn!" diyerek bazı çevrelerin endişelerini haklı çıkaracak türden sinsice planlar yapmış mıdır? Acaba yemin törenine hiç bir rütbelinin katılmamış olması ya da bugün gerçekleşen GATA mezuniyetinde askerin kendisine yönelik çelik gibi tavrı onda hangi duyguları uyandırmıştır?
- Bir devletin en üst makamına oturan eşi ile resmi törenlere katılamayacak olmak, onun en özel anında yanında olamamak, bu anı paylaşmak yerine TV'den izlemek Hayrünisa Gül'ü nasıl etkilemiştir? İnandığı şeyi yaşadığı için tüm bu özel anlardan mahrum bırakılmanın onda yarattığı üzüntünün boyutları nedir? Tüm bu mahrum bırakılışları, kendisi üzerinden yapılan hesapları, oynanan politik oyunları kadın olmanın toplumsal zorluklarına atfetmekte midir? Her şeye rağmen Çankaya'da bir ilk olmanın gururunu yaşamakta mıdır?
- Ülkesinin laik cumhuriyetçi geleceği, kendisine kılavuz bildiği Atatürk ilkeleri için kaygılarını son dönemde sıkça dile getiren ve tüm çabalamalarına rağmen onaylamadığı birine makamını devretmek zorunda kalan Sezer hüzünlü bir tebessümle köşkten ayrılırken kendisine tezahüratta bulunan insanlar karşısında yüzünden okunan mahcubiyeti dışında o an hangi duyguları hissetmiştir? Zor geçen yedi yılın ardından "oh be dünya varmış, artık sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çocuklarımla ve torunlarımla Gölbaşı'nda balık tutarak, Afyon'da kaplıcada dinlenip, ekmek kadayıfı yiyerek emekliliğimin tadını çıkartacağım" diye düşünmüş müdür köşkten ayrıldığı ilk gecesinde? Ya da tüm o tezahüratları görünce CHP'nin başına geçip veya başka bir siyasi parti kurup mücadeleye sivil olarak devam etmeyi geçirmiş midir aklından?
- Kendi düşlediği makamı en yakın kurmaylarından birine bırakarak "yola devam" eden Erdoğan "bu sefer olmadı, ama bir dahaki sefere ben çıkacağım Çankaya'ya hem de halk oylamasıyla" diye düşünüp geleceğe ilişkin hayallerine bir yenisini eklemiş midir? Az da olsa bir kıskançlık duymuş mudur dostunun kaderi karşısında?
- Davullarla, zurnalarla, mehteranlarla cumhurbaşkanlarını kutlayan Kayserili gençler "bir gün belki biz de onun gibi..." diye düşünmüşler midir yatağa yattıklarında? ....
Sorular uzayıp gidebilir, neticede hepsi insanlık halidir. Ancak hayat bu fotoğrafta belgelendiği üzere gerçekten garip tesadüflerle dolu. Bir gün kareli gömleğin, el örgüsü kazağınla bir cumhurbaşkanının ve seni gün gelip o makama taşıyacak bir bakanın arkasında fotoğraf karesine girmiş alelade bir vatandaşken başka bir gün hayalini bile kurmakta zorlandığın bir mevkie, devletin en üstüne yerleşebiliyorsun...Ne düşünürsün, ne hissedersin o an? Saf duygularla, sadece insanca. İşte bu bende gerçekten tarifi zor hisler uyandırıyor.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails