Çarşamba, Nisan 25, 2007

Öngörüler 1

Hani eskiden çeşnicibaşılar vardı ya. Sultan zehirlenmesin diye yemeği o yemeden önce tadan ve onun yerine her yemekte ölümle burun buruna gelen.İşte Gül'ün adaylığını duyduğumda aklıma ilk gelen bu kavram oldu. Hani kendisi daha önce başbakanlık makamını doldurmamış olsaydı ve makamı Erdoğan'a bırakmamış olsaydı böyle bir şeyi düşünemezdim bile ama bu manzara nedense bana onu çağrıştırdı. Bu kadarıyla değil elbette zira öngörülerime göre Sn.Gül en fazla bir iki yıl Cumhurbaşkanlığı makamında bulunduktan sonra yeniden göreve gelecek olan AKP Hükümetinin teşviki ile anayasa değişikliğinin ardından getirilecek başkanlık sistemi nedeniyle yerini hiç tereddütsüz Sn.Erdoğan'a bırakacak. Yani kendisi bir anlamda koltuk ısıtılıcığı, makam bekçiliği yaptıktan sonra geri çekilip çok sevgili liderinin önünü açmış olacak. Çok da garip bir tablo değil aslında. Atatürk'ün yaverleri ile kurduğu ilişki nasıl derin bir bağlılık barındırıyorsa Erdoğan'ın da bu yolda ilerlediği ya da en azından bunu amaçladığı görülüyor.Bakalım zaman öngörüleri doğrulayacak mı yoksa yanlışlayacak mı?Ben yanlışlaması tarafındayım o ayrı.

Perşembe, Nisan 19, 2007

Aforizmalar 2

Ben her bahar ölmek isterim.
Bilirim ki ölmeden dirilmek,
kurumadan yeşermek mümkün değildir.

Çarşamba, Nisan 18, 2007

Türk'üz biz bize hiç birşey olmaz!

Hey yavrum hey...son zamanlarda ne çok düşünür oldum başlıktaki sözü. Duyduğum, gördüğüm, dinlediğim pek çok şey ister istemez bu sözü aklıma getirdi hep.Yıllar önce sermayesi bedeni olan AIDS hastası bir kadınla sokak ortasında pazarlık yapan bir adamın gizli kamera görüntülerinin yayınlandığı Arena türevi (belki de bizzat kendisi) bir programda duymuştum "Ben Türküm bana bir şey olmaz" lafını da uzun süre şokun etkisinden kurtulamamıştım. Bir millete tabi olmak doğal olarak hastalıklardan, kazalardan, felaketlerden korunmak anlamına mı geliyordu aynı zamanda diye düşünmeden edenemiştim. Türklük bir efsunluluk hali yaratıyordu da kötü olarak tabir edilen herşeye karşı korunacağı hissini mi oluşturuyordu? Başka hiç bir millete bahşedilmeyen nasıl bir gerçek dışı inançtı ki bu, "Türküm ben bana bir şey olmaz" diyerek gözünü karartıp dalıyordu belanın içine? Hasta olacağını bile bile 15dk'lık bir zevke balıklama atlayıp, kuş gribinden ölmüş tavuklarını kesip ailecek afiyetle yiyebiliyor; koruyucu giysiler olmadan radyasyonlu varillere el pençe dalıp, yine aynı mantıkla patlayıcı olduğundan şüphelenilen bir valizi "eşhedü enla..." diyerek açabiliyordu. Kendisini taşımaktan aciz bir motora çoluk çocuk aile boyu binip şehirler arası yolculuk yapmak, zil zurna bir halde direksiyona geçip yürü düldül demek, 45 kişilik bir otobüse 60'dan fazla insanı tıkıştırıp yarı uykulu bir halde şoförlük yapmak, hatta ve hatta o otobüse yolcu olarak binmekse cabası....Hadi o zaman çocuktum, insan psikolojisinin ne menem bir şey olduğunundan habersizdim ama zamana yayılan şahitliklerim "ucuz mu bulunuyor bu ülkede hayatlar ki bu kadar kolay harcanabiliyor ya da insanlar gerçekten derin bir kadercilik anlayışıyla yaşayıp gidiyor?" sorusunu canlı tutmaya yetti. "Allah yazdıysa olur", "yiyecek ekmeğimiz ne kadarsa o kadar yaşarız" inancı mı böylesine ihmalkar, değil kendininkini başkasının canını, hayatını umursamaz bir özne haline gelinmesine neden oluyor çözmek gerçekten zor. Hele eğitimli olduğunu bildiğimiz insanların bile böyle bir zihniyet temeliyle davranmasını, en hayati meselelerde böylesine ciddi bir akıl tutulmasını yaşamasını hangi kurama dayandırarak açıklamak yerinde olur inanın bilemiyorum? Sosyoloji, psikoloji, teoloji ve eğitim kuramcıları aceba nasıl bir açıklama getirirler bu kollektif zihin düğümlenmesine? Bir babanın yolcu ön koltuğunda oturan 5 yaşındaki çocuğunun akan trafikte yola yuvarlanıp ölümle burun buruna gelmesine şahit olduktan sonra, çocuğunu kaldırıp yine aynı yere oturtmasını hangi öğrenme kuramı ile açıklamak uygundur? Sayısız olumsuz örneğe şahit olunup da bir ders çıkartılmadığı, olumlu modellerin çok ciddiye alınmadığı,-aynı hataların tekrar tekrar yapılmasından- deneme yanılma yönteminin bu topraklarda yaşayanlar için pek etkili olmadığını acı yaşantılarla görüyoruz da bu durumun içinden nasıl çıkacağımızın hesabını hala yapmıyor ya da basiretimiz bağlanıyor yapamıyoruz. Bireysel ve toplumsal sorumsuzlukların "dizi" de aştığı ülkemizde bu kaderci anlayışın ya da Türklüğe dayalı özgüvenin sürüp gitmesine seyirci kalmayı sürdürüp tekerrür eden vakalar için kendi kaderimize sığınmaya devam etmek dışında herhangi birşey yapacak mıyız?
Sosyal psikoloji hocam doğru vatandaşın tanımını şu sözlerle yapmıştı: "Sabahın dördünde kırmızı ışıkta durup bekleyen kişi doğru vatandaştır." Bu tanımı referans alacak olursak sanırım bu ülkede yaşayan doğru vatandaş sayısı bini geçmez. Çok mu karamsarım? Sanmam, çünkü biz Türk'üz, Fatih'in, Süleyman'ın Atilla'nın torunuyuz, işte bu yüzden efsunluyuz. Sabahın köründe körü körüne araba kullansak, akan trafikte alt geçit-üst geçit kullanmak yerine yola bodozlama dalsak dahi bize bir şey olmaz. Hem kurallar çiğnenmek için değildir de ya ne içindir?

Cuma, Nisan 13, 2007

Patlamalar 2

İktisattan sorumlu devlet nazırımız Babacan "toplumda suçun artmasının esas sebebi ekonomik değil ahlaki çöküntüdür." diyerek önemli bir tespitte bulunmuş. Kendisi ekonomi eğitimini El Ezher' de tamamlamış ya da Amerika'da okuduğu yıllarda dersleri asıp soluğu Miami sahillerinde almış olacak ki ahlakla ekonominin ayırdına varmakta zorlanmış. Şu veciz sözümüzü kendisine hatırlatmakta yarar görüyorum: "varlık seviştirir, yokluk dövüştürür."

Çarşamba, Nisan 11, 2007

Vintage bir ciklet markası mı?

Son zamanlarda sıkça karşıma çıkan anglo-sakson menşeli bir kelime var. Başlıktan da anlayacağınız üzere (ki bu siz zeki okurlar için zor olmasa gerek) bu ithal kelime vintage. Özellikle giyim kuşam modasında tarzımızı belirlediği iddia edilen bazı manken kızlarımızın Nişantaşı havzasında açtığı mağazalarla duymaya başladığımız "vintage" kavramı her ne kadar bir ciklet markasını anımsatıyor olsa da giyimden otomobile, otomobilden mobilyaya, dinlediğimiz müziğe hatta oturduğumuz eve kadar yaşamımızı etkileyen bir akım olarak tanımlanıyor. Bir bakıma kendini geçmişin tozlu raflarında kaybetmişlerin kültürü. Sanırım bu yüzden yıllanmaya müsait şarabı niteleyen bu kavramı uygun görmüş İngiliz büyüklerimiz. Ülkemizdeki yansımasına bakacak olursak Vintage akımı eskinin bit pazarı anlayışının modern ve entellektüel olarak nitelenen insan klasmanının tüketimine sunulması, eskiden burun kıvrılan bit pazarlarının en bi sosyetik muhitlerde "trendy" butiklerde hayat bulması olarak düşünülebilir. Zira ben "vintage"ın anlatıldığı hiç bir TV programında ya da mecmuada İzmir'in meşhur bit pazarı Tepecik'in konu edildiğini görmedim.
Aslında bu akımın ülkemizdeki öncülerinden biri olduğumu rahatlıkla iddia edebilirim. Laf olsun torba dolsun ya da övüneyim koltuklarım kabarsın diye söylemiyorum, 1980'lerin Türkiye'sinde ilkokul çağındaki akranları tayt, uzun tunik, balon etek, fırfırlı buliz ya da en çok ablalarının küçülen kıyafetlerini giyerken ben annesinin lise-üniversite döneminde giydiği ve özenle sakladığı elbiseleri ile Grace Kelly, Doris Day filmlerinden fırlamış bir küçük hanım gibi geziyordum ortalarda. Gittiğim doğum günü kutlamalarında pötikareli pilili eteklerim, fakir kol blazer ceketlerim, dik yaka gömleklerimle gündemin ilk sırasına oturmam bir yandan farklı olmanın hoşnutluğunu hissettirirken öte yandan annesinin küçülen eskilerini giyiyor olmanın ezikliğini yaşatmıyor değildi hani. İnsanın yetişkinlik aklı çocukluk zamanlarında olmuyor işte, nerden bileyim o zaman vintage rüzgarları estirdiğimi dost meclislerinde. Zira en hararetli rocker olduğum liseli kız yıllarımda çok istesem de anne yadigari o güzelim kostümlere girememiş, baba eskileri ile yetinmek zorunda kalmıştım. Bu arada dikkatli okurların ilkokul çağındaki bir çocuğun annesinin lise-üniversite dönemlerinde giydiği elbiseleri giyiyor olmasının altında nasıl bir insan azmanlığının yattığını düşündüklerini anladığımı da ayrıca belirtmek isterim. Evet ilkokuldayken hem bir moda gurusu hem de yarma bir insan yavrusu olma özelliklerini bir arada bulunduruyordum.
Neyse, konuyu fazla dağıtmadan bir "u" dönüşü yapıp konuyu bir gemici ustalığı ile düğümleyecek olursam efendim siz kanmayın böyle pazarlama stratejilerine diyebilirim. Eğer ki son "trend"leri (Türkçe'de akım deniyor ama trend demek daha havalı değil mi?:P) takip etmekse amacınız o zaman annenizin sandıklarını bir daha kurcalayın, orada birşey bulamıyorsanız Tepecik'e, Aznavur Pasajı'na gidin, el becerisi sahibi iseniz evdeki eskilerinizi kesip biçip yeni modeller yaratın ve eğer çok zenginseniz Porto Bello'ya, Camden Town'a (bkz: in London map ya da Google earth), Berlin'e filan gidin hem gezmiş hem de alışverişi ucuza getirmiş, hem de oralardaki yardım mağazalarına (in eng: charity shop) uğrayıp bir iki parça da oradan alırsanız kendi çapınızda hayır yapmış olursunuz (yazıyı yine bir sosyal mesajla bağladım ya o bakımdan da helal olsun bana).

Salı, Nisan 10, 2007

Patlamalar 1

Blok kardeşliği diye birşey varmış.Yüzüklerin Efendisi'nin seri sonu indirimi mi bu? Sanki film çeviriyoruz.Blok kardeşim olsa ne olur olmasa ne olur....

Ezgi'den Aforizmalar...

Aykırı olanları düzeltmeye çalışma bırak dağınık kalsın, böyle daha güzelsin. Ayrık otlarını temizlemeye çalışma bırak yeşersin, böyle daha doğalsın.

Salı, Nisan 03, 2007

Psikiyatrik Suistimalin Bitmeyen Tarihi-Üstün Öngel'den

Üstün Öngel (*) Geçen ay, Adana Ekrem Tok Ruh Sağlığı Hastanesi’nde devam edegelen insanlık dışı uygulamalar medyaya yansıdı. Star TV’de Deşifre programında, gizli kamera ile kaydedilmiş görüntüler birkaç hafta üst üste yayımlandı. Dehşet görüntüleriydi her biri. Sürekli dayak yiyenler, hakarete uğrayanlar, toplu ve çıplak halde hortumla yıkananlar ve daha sayısız yürek daraltan görüntü. Psikiyatrik suistimalin bitmeyen tarihini yazanları haklı çıkaran uygulamalardı bunlar. Bunların içinde özellikle dikkatimizi çekmesi gereken bir görüntü ise 11 yaşında bir çocukla ilgiliydi. Çocuğa zorla, dayakla ilaç içiriliyordu. Hakarete ve şiddete maruz kalıyordu çocuk. Programı hazırlayanlar da, konuyu tartışanlar da, çocuğun karşılaştığı şiddete odaklandılar sadece. Oysa bundan önce o çocuğun neden orada olduğunu sormak gerekiyordu: Bir ruh sağlığı hastanesi bir yetişkin için bile uygun değilken, bir çocuğun böyle bir hastaneye yatırılması nasıl olabiliyor? Karanlık “bilim” E.A. şimdi 12 yaşında. Toplamda bir yıldan fazla üç ayrı hastanede tutulmuş. Sadece ilaç verilmiş, hiçbir yardım sunulmamış. E.A. ilk kez psikiyatriste götürüldüğünde 9 yaşındaymış ve başlangıçtan itibaren ona verilenler bir yetişkini bile hayalete çevirecek ağır ilaçlar. Yatırıldığı iki ayrı hastanede iki kez EKT (elektroşok) vermeye de yeltenmişler. Kalbi delik doğmuş ve 5 yaşında kalp ameliyatı geçirmiş olmasının belki de ilk kez yararını görmüş, bu sayede EKT yapılmamış E.A.’ya. Yetişkinlere bile EKT yapılması doğru değilken, 10 yaşında bir çocuğa yapmaya kalkışmalarına şaşıranlar olacaktır mutlaka… Şaşırmayın, yeryüzünün bu en karanlık “bilimi” böyle bir şey işte. E.A.’nın maruz kaldığı uygulamalar, halının altına süpürülenlerin sadece bir kısmı, inanın. Yaşananlardan hepimiz sorumluyuz üstelik. Yıllarca bu uygulamalara karşı üç maymunu oynadığımız için sorumluyuz. Nasıl ki yakın bir geçmişte 17 aylık bebeğe tecavüz edilmesi, o rezilliği yapanlar kadar taciz ve tecavüzlerin varlığını inkâr edegelen bir toplumun da utancı ise, E.A.’ya yaşatılanlar da öyle. E.A.’nın sorunu neydi ki, aylarca hastanede tutulmuş, EKT girişimiyle karşılaşmış, bu ağır ilaçlar verilmiş, diye sorabilirsiniz, şaşırmaya devam ederek. İlk kez TV’de görüntüleri izlediğimde (E.A.’nın yüzü gösterilmemişti), E.A.’nın “zihinsel bir engeli” olduğu tahmininde bulunmuştum. Olsa olsa, ağır zihinsel engel altındaki bir çocuğu, ailesi çaresizlik içinde hastaneye teslim etmiştir, demiştim. Oysa tahminimde yanılmıştım, E.A.’nın hiçbir zihinsel engeli yoktu. “Yoktu” diyorum, zira bu ilaçları almaya devam ettiği takdirde bir zihinsel engelliye dönüşecek; şimdi de zaten bunun kıyısında. E.A.’ya yaşatılanlar, psikiyatrinin, kurum olarak başlangıcından bugüne değişen formlarda ama aynı insafsızlıkla insana reva gördüklerinin tek bir kişide –bir çocukta– karşımıza çıkmış hali, diyebiliriz. Çalınan hayat E.A., kan uyuşmazlığı yaşayan bir anne-babanın doğurduğu ikinci çocuk. İlk çocukları ölü, E.A. ise kalbi delik doğmuş. Ama yaşamış, yaşama tutunmuş ve 5 yaşında kalp ameliyatı olmuş. Sülalenin ilk torunu E.A., ilk erkek torunu. Haliyle el üstünde tutulmuş. Beş yaşındaki ameliyata kadar ve ameliyat sonrası aşırı korunmuş, bir dediği iki edilmemiş. Dokuz yaşında ilkokul üçüncü sınıftayken, okul rehberlik servisinin yönlendirmesi ile bir piyasa psikiyatristine götürülmüş. Önce “hiperaktivite” teşhisi konmuş. Birkaç ay geçtiğinde, bu psikiyatristin verdiği hiperaktivite ilacı (ki bu ilaç özellikle kalp yetmezliğine yol açarak çocukların ölümüne sebep olan sicili en bozuk ilaçlardan biri), çocuğun “hırçınlığına” ve “sınıftaki uyumsuzluğuna” çare olmamış. Herhangi bir ilacın belirtilen bu sorunları çözmesi zaten olası değil. Sonra teşhis, “atipik psikoz” olarak değiştirilmiş ve ağır bir başka ilaca, “şizofreni” dedikleri şeyi sözde tedavi etmek için yetişkinlere verdikleri bir ilaca başlanmış. Bu da bir işe yaramamış. Nasıl yarayabilir ki? İnsanı hayalete dönüştürmekten başka işlevi olmayan bir ilaç bir “çocuğun” sorununu nasıl çözebilir ki? Ardından E.A. yine bir piyasa psikiyatristine, bu kez bir çocuk psikiyatristine götürülmüş. Bu duyarsız psikiyatristin eliyle de Çukurova Üniversitesi Hastanesi Psikiyatri Kliniği’ne yatırılmış (yetişkinlerin yatırıldığı bir klinik bu; zaten çocuklara özel herhangi bir yer yok). İlk EKT yapma girişimi burada olmuş. Üç ay yatmış üniversite kliniğinde. Sonra İstanbul’a, Balıklı Rum Hastanesi’ne götürülmüş, ailenin bütçesini aşan masraflar edilerek. Balıklı’da yatışı uzun olmamış, ama orada da ikinci EKT girişimiyle karşılaşmış. Bu arada, teşhis de “atipik psikoz”dan, “şizofreni”ye dönüşmüş. Hastane turunun sonunda ise Adana’da Ekrem Tok Ruh Sağlığı Hastanesi’ne kapatılmış. Önce iki ay, ardından 9 dokuz ay orada tutulmuş. TV’de izlediklerimiz, bu dokuz ayın sonuna doğru çekilen görüntüler. E.A.’yı “kurtarmak” Anne-baba tükenmiş ve üç yıllık ağır suistimalin ardından çare arıyor. E.A. şu an ailesiyle birlikte. Aldığı ağır ilaçlar yüzünden konuşma yetisini kaybetmiş halde, sözel iletişim kurulamıyor E.A. ile. Zira bu ilaçlar zihni baskılıyor, nörolojik sisteme hasar verecek düzeyde olumsuz etkiler yaratıyor. Kısa süre içinde ilaçlardan kurtarılmaz ise, E.A.’nın geri dönüşü çok zor olacak. Aile ilaçların yol açtığı büyük sorunların farkında ve çocuklarının bir an önce akranları gibi okula, toplumsal hayata dönmesini arzu ediyor. E.A.’nın şu an altıncı sınıfta olması gerekiyor, ama beşinci sınıfı bitirememiş durumda; yani iki yıllık kaybı var. Aile, kuruculuğunu ve yönetim sorumluluğunu üstlendiğim ve birkaç aydır faaliyette olan Psikolojik Yardım Derneği’ne ulaştı ve yardım etmemizi istiyor. Dernek olarak tereddütsüz E.A.’ya yardımı üstleneceğiz. Ancak önümüzde çok büyük bir güçlük var: E.A.’nın akranlarının arasına dönmesini sağlayabilmemiz için, önce en kısa sürede aldığı bu ağır ilaçlardan kurtarılması gerekiyor. Ancak bunu, E.A. ailesiyle birlikteyken yapabilmemiz çok zor, imkânsıza yakın. Zira, aile, ilaçların kesilmesiyle ortaya çıkabilecek olumsuzlukları göğüsleyebilecek halde değil. Bu koşullar altında, dernek merkezimizin (iki odalı bir apartman dairesi) bir odasını ona uygun hale getirip orada misafir etmeye karar verdik ve bu misafirlik süresini, minimum üç ay olarak belirledik. İlaçlardan arınma ve sonraki gelişmeler olumluya döndüğünde, E.A.’ya ailesiyle birlikte yardım etmeyi sürdüreceğiz. O süreçteki yardım ve desteğimizi E.A. 18 yaşına gelene kadar devam ettirme kararlılığındayız. Hep birlikte E.A.’nın yetişkin hayata salimen ulaştığını görmek istiyoruz. Ancak bunları yapabilmemiz için, yeni kurulan ve imkânları sınırlı bir dernek olarak bizim de acilen desteğe ihtiyacımız var. Dernek Merkezinin ve ona ayıracağımız odanın, E.A’ya uygun hale getirilmesi ve ona dönüşümlü olarak 24 saat eşlik edecek kişilere hizmetlerinin karşılığını verebilmemiz için yardıma ihtiyacımız var. Bu uzun sürecek zorlu yolculukta ilgili ve duyarlı herkesin yardım ve desteğini bekliyoruz. (*) Üstün Öngel, sosyal psikolog, www.ustunongel.com Psikolojik Yardım Derneği: Cemalpaşa mah. Cevat Yurdakul cad. Seyhan Apt. Kat: 1 D: 6 Seyhan/ADANA Tel: 0322. 459 72 62 ; 0543 573 30 31 www.psikolojikyardim.org uongel@cu.edu.tr; uongel@ttnet.net.tr

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails