Çarşamba, Ağustos 29, 2007

Bir cumhuriyet bir başkanlık: duygular- düşünceler- kurgular

Benim işim duygu ve düşüncelerle. Ülkenin siyasi meseleleri kadar insanların duygu ve düşüncelerini de merak ediyor ve bunlar üzerine düşünceler üretiyorum. O yüzden bu yazı ne cumhuriyetin geleceğine ne de bugün kurulan yeni hükümetin durumuna (her ne kadar Aksu, Pepe ve Koç'un gitmiş olmasına, Arınç'ın hükümette yer almayışına sevinsem; Çelik ve Unakıtan'ın yerini korumasından ötürü şüphe duysam ve her zaman olduğu gibi kadın bakan sayısından endişe etsem de...) ilişkin bir yazı olacak. Okumaya başladığınız yazı tümüyle temel insani duygu ve düşünceler çerçevesinde şekillenecek...En azından ben öyle olmasını umuyorum.
Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanlığının ilanından beri "acaba öğrenciliğinde ya da Sakarya Üniversitesi'nde hocalık yaptığı yıllarda bir gün devletin en üst makamına yükseleceğinin hayalini kurmuş muydu?" sorusunu düşünür oldum sıkça. Ya da bu gün e-postama düşen isabetli bir fotoğrafta görüldüğü üzere İnönü ve Ecevit'in arkasından meraklı gözlerle bakan genç Sezer o yıllarda bir gün gelip cumhurbaşkanı olacağını, o yılların reis-i cumhuru İnönü'den yıllar sonra o koltuğa oturacağını düşünebilmiş miydi? Orası bilinmez. Tıp kı diğer soruların cevabı bilinmediği gibi (en azından bizim tarafımızdan), ama yine de kendimi onların yerine koyuyor, cevabını bilemesem de bu sorular çerçevesinde neler hissettiklerini anlamaya çalışıyorum.
Diyorum ki.........................
- Acaba aylar süren mücadelen sonra belli bir kesimin sonuna kadar karşı çıkışı, belli bir kesimin ise koşulsuz desteği ile makamına yerleşen Gül Çankaya'daki bu ilk gecesinde neler hissetmiş? Neleri sorgulamış, ne tür kararlar almıştır? Kendisine karşı olanlara rağmen suratına yerleşmiş sevimli gülüşü ve eşitlikçi söylemleriyle koltuğa oturan Gül "it's my turn!" diyerek bazı çevrelerin endişelerini haklı çıkaracak türden sinsice planlar yapmış mıdır? Acaba yemin törenine hiç bir rütbelinin katılmamış olması ya da bugün gerçekleşen GATA mezuniyetinde askerin kendisine yönelik çelik gibi tavrı onda hangi duyguları uyandırmıştır?
- Bir devletin en üst makamına oturan eşi ile resmi törenlere katılamayacak olmak, onun en özel anında yanında olamamak, bu anı paylaşmak yerine TV'den izlemek Hayrünisa Gül'ü nasıl etkilemiştir? İnandığı şeyi yaşadığı için tüm bu özel anlardan mahrum bırakılmanın onda yarattığı üzüntünün boyutları nedir? Tüm bu mahrum bırakılışları, kendisi üzerinden yapılan hesapları, oynanan politik oyunları kadın olmanın toplumsal zorluklarına atfetmekte midir? Her şeye rağmen Çankaya'da bir ilk olmanın gururunu yaşamakta mıdır?
- Ülkesinin laik cumhuriyetçi geleceği, kendisine kılavuz bildiği Atatürk ilkeleri için kaygılarını son dönemde sıkça dile getiren ve tüm çabalamalarına rağmen onaylamadığı birine makamını devretmek zorunda kalan Sezer hüzünlü bir tebessümle köşkten ayrılırken kendisine tezahüratta bulunan insanlar karşısında yüzünden okunan mahcubiyeti dışında o an hangi duyguları hissetmiştir? Zor geçen yedi yılın ardından "oh be dünya varmış, artık sıradan bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak çocuklarımla ve torunlarımla Gölbaşı'nda balık tutarak, Afyon'da kaplıcada dinlenip, ekmek kadayıfı yiyerek emekliliğimin tadını çıkartacağım" diye düşünmüş müdür köşkten ayrıldığı ilk gecesinde? Ya da tüm o tezahüratları görünce CHP'nin başına geçip veya başka bir siyasi parti kurup mücadeleye sivil olarak devam etmeyi geçirmiş midir aklından?
- Kendi düşlediği makamı en yakın kurmaylarından birine bırakarak "yola devam" eden Erdoğan "bu sefer olmadı, ama bir dahaki sefere ben çıkacağım Çankaya'ya hem de halk oylamasıyla" diye düşünüp geleceğe ilişkin hayallerine bir yenisini eklemiş midir? Az da olsa bir kıskançlık duymuş mudur dostunun kaderi karşısında?
- Davullarla, zurnalarla, mehteranlarla cumhurbaşkanlarını kutlayan Kayserili gençler "bir gün belki biz de onun gibi..." diye düşünmüşler midir yatağa yattıklarında? ....
Sorular uzayıp gidebilir, neticede hepsi insanlık halidir. Ancak hayat bu fotoğrafta belgelendiği üzere gerçekten garip tesadüflerle dolu. Bir gün kareli gömleğin, el örgüsü kazağınla bir cumhurbaşkanının ve seni gün gelip o makama taşıyacak bir bakanın arkasında fotoğraf karesine girmiş alelade bir vatandaşken başka bir gün hayalini bile kurmakta zorlandığın bir mevkie, devletin en üstüne yerleşebiliyorsun...Ne düşünürsün, ne hissedersin o an? Saf duygularla, sadece insanca. İşte bu bende gerçekten tarifi zor hisler uyandırıyor.

Cuma, Ağustos 24, 2007

Rock'n Coke'a değil Barışa Rock'a

Anglo Saksonca'da rocker olarak tanımlanan ama bizim halkın arasında rockçı olarak tabir edilen rock müzik sever insan, sadece müziğini dinlemekle kalmaz o müziğin etrafını saran felsefe ve ideolojileri de benimser genel teamüller çerçevesinde. Rock müzik isyandan, otoriteye, egemen sınıfa, mülkiyete karşı koymaktan beslenir. Yer yüzündeki eşitsizliklere, savaşa, sömürünün her türlüsüne, çevre sorunlarına karşı bir duruş sergiler. O yüzden vurdumduymaz insanların harcı değildir bu müziğin etrafında dolaşan felsefeyi anlayabilmek. Rock müzik dünya için kaygılanan, gördüğü olumsuzlukları iyileştirmek için çabalayan bir kitleyi kucaklar. Nasıl ki Barok müzik 18. yy'da evrenselleştirme amacıyla müziği saray aristokrasisinin himayesinden çıkartarak kamusal alana taşıdıysa, rock müzik de 20. yy'ın savaşlarına, eşitsizliklerine ve sömürülerine karşı bir duruş oluşturmuştur.
Yazının başlığı girizgahta bunca lafı niye ettiğimi anlatıyor aslında. Malumunuz ülkemizde son yıllarda ardı ardına rock festivalleri düzenlenir oldu. Bu festivallerin biri hariç neredeyse hepsi uluslar arası bir firmanın himayesinde gerçekleştiriliyor. Bunlardan en bilindik olanı sömürü sermayesinin desteği ile gerçekleşen malum içecek festivali. Paran kadar konuş diyenlerin parasını basıp insanı can evinden vuran uluslar arası grupları getirdiği, okkalı bilet fiyatlarının yanında festival alanındaki yeme-içmelere mini bir servetin harcandığı, bunun yanında kapitale destek vermek dışında başka hiç bir felsefesi olmayan Rock'n Coke'a karşı tümüyle sivil inisiyatif ve bireysel çabalarla savaşa, ayrımcılığa, sömürüye dur diyenlerin ücretsizmi ücretsiz festivali BarışaRock bu yıl da biz rock severlerle. Beşinci yaşını kutlayacak olan festival 24-25-26 Ağustos tarihleri arasında Sarıyer Mehmet Akif Ersoy Parkında Bülent Ortaçgil, Aylin Aslım, Nev, Moğollar, Demir Demirkan, Bulutsuzluk Özlemi, Yaşar Kurt, Arto Tunç Boyacıyan gibi isimlerin yanı sıra daha pek çok ulusal ve uluslar arası grup ve sanatçının katılımı ile gerçekleştirilecek. Festivalde müziğin yanında tiyatro gösterileri, söyleşiler ve sergiler de yer alacak. Küresel ısıma dahil canlı yaşamını tehdit eden her türlü duruma karşı olan festivalin biletlerine "Beleşix"den ulaşılabilir. Ya da http://www.barısarock.org/ adresine girilip beleşe davetiye indirilebilir.
"Onlar bir avuç, biz milyarlarız.
Onlar bir avuç petrol tüccarı, silah satıcısı, çokuluslu şirket bürokratı. Biz dünyanın bütün sokaklarında, bütün meydanlarında, tüm o güzel şarkılarımızla ABD müdahalelerine, sendikasızlaştırmalara, paralı eğitime, cinsiyetçi baskılara, ırk ayrımcılığına, yoksulluğa, açlığa, adaletsizliğe, militarizme, özelleştirmelere, küresel iklim felaketine, milliyetçiliğe, nükleer santrallere direnenlerdeniz..." diyor ve bugünden itibaren bu görüşleri benimseyen rock severleri davet ediyor.

Cumartesi, Ağustos 18, 2007

Galce bilmeden hepinize Rwy'n dy Garu di

Geçenlerde izlediğim bir filmde "Port Talbot" sözünü duyunca bu kelimeyi nereden anımsadığımı düşündüm, hafızamın dehlizlerinde kısa bir yolculuk yaptıktan sonra dökülüverdi tüm anılar bir bir...Port Talbot tuttu elimden Pontardawe'ye sürükledi beni, Pontardawe ise geçmişin güzel günlerine... Sene 1998'di, Ağustos ayının başları. Bir taraftan iki yıl sonra yeniden Londra'ya gidecek olmanın heyecanını yaşarken, bir yandan da Londra'dan sonra nasıl bir yer olduğunu hayal etmekte zorlandığım, hakkında Galler'de bir kasaba olmasından öte hiç bir şey bilmediğim Pontardawe' e geçecek olmamız nedeniyle biraz kaygılanıyorum. İki hafta nasıl geçer bir kasabada diye düşünmekten de kendimi alamıyorum.
Londra'da kısa bir turun ardından Galler yolunda bize eşlik eden Pontardawe'li rehberlerimizle konuşurken "siz İngilizler de....sınız" diyorum. Gençlerden biri "bir Galliye Britanyalı diyebilirsin ama sakın "Siz İngilizler"le başlayan bir ifade kullanma, küfür sayarlar" diye uyarıyor beni nazikçe. O an anlıyorum aynı karada, aynı kraliçeye tabi olmalarına, aynı havayı solumalarına rağmen birbirinden pek de haz etmediklerini. O an anlıyorum Gallilerin İngilizlerden farklı bir kültüre sahip olduğunu ve mahçup oluyorum yaptığım genellemeden. Bu konuşma kaygılarımın yerini meraka bırakıyor ve yolculuk Pontardawe tabelasının görünmesiyle son buluyor. Yolun sonuysa tadına doyulmaz günlerin başladığının habercisi oluyor. Kasabanın huzurlu, sakin, doğal ortamı; insanlarının sevecenliği, samimiyeti ve misafirperverliğiyle birleşince gözümde büyüyen o iki hafta göz açıp kapayıncaya kadar kişisel tarihimin en keyifli unutulmaz anıları bölümüne yerleşiveriyor. "Yerel ırmağın üzerindeki küçük köprü" anlamına gelen bu şirin kasaba adına inat kocaman bir yer ediniyor gönlümde.

Gallilerin misafirperverlik konusunda mangalda kül bırakmayan Türkler için gerçekten güçlü bir rakip olduğunu anlıyorum. Evlerine, mekanlarına buyur ettikleri konuklarına hazırladıkları sofralar tatlı sohbetleri eşliğinde bir ziyafete dönüşüyor.

Gallere özgü "Welsh cake" ve "love spoon" armağanlarıyla bizi şımartırken, Pub'da tanıştığım ve derin bir sohbete daldığım bir yabancı önümdeki içeceğim bitmeden yenisini getiriyor önüme. Başka içemeyeceğimi söylemem durumunda yoğun ısrarlardan ve bir kaç ısmarlamadan sonra durdurabiliyorum Galli arkadaşı. Bir yabancı olduğuma aldırmadan tüm yaşamını önüme dökebilecek kadar güven duyuyor ve samimi duygularla yaklaşıyor bana. Galli'nin samimiyeti karşısında insan olmanın büyük hazzını duyuyorum.

Bu anlattıklarım size bir muamma gibi gelebilir ve hadi canım sen de diyebilirsiniz. O zaman size tavsiyem her yıl 17- 19 Ağustos tarihleri arasında düzenlenen Pontardawe Festivaline bir yolunu bulup gitmeniz. Müthiş bir eğlence seli sizleri bekliyor olacak. Yerli, yabancı müzik ve dans grupları, ilginç gösteriler, panayır alanına kurulan dev gösteri çadırları festival coşkusunu tam anlamıyla yaşatıyor. Festival coşkusunun yaşandığı bu günlerde Türkiye'nin sıcağından kaçıp serin ve nemli havası, sıcak insanlarıyla herkese kucak açacağından emin olduğum Pontardawe'e doğru yola çıkmak ne de iyi olurdu...

Aklına karpuz kabuğu düşürdüklerim için bazı adresler: http://pontardawefestival.com/artists/index.php

http://www.neath-porttalbot.gov.uk/pontardaweartscentre/

http://www.pontardawe.org.uk/

http://www.pontardaweinn.co.uk/

http://www.pontardawefilm.co.uk/

Bu yazıyı Pontardawe'li, Port Talbot'lu, Swansea'lı dost insanlara ve festivalde bizi (EGE ÜNİVERSİTESİ HALK DANSLARI TOPLULUĞU) yalnız bırakmayan Yeni Zellandalı Te Vaka ( http://www.tevaka.com/ )grubuna adıyor, Galce'de bildiğim tek söz olan "Rwy'n dy garu di"(Türkçesi:sizi seviyorum) ile sizi anıyorum.

Pontardawe'li Mary Hopkin tüm dostlar için söylüyor. Those were the days...Ne kadar manidar değil mi?

Perşembe, Ağustos 16, 2007

Mimlenen Mimlenene

"En güzel yalanlar" diye bir oyun başlamış şu blog aleminde. Sevgili Aydan ve Goddess Artemis beni mimlemiş, sıra bize gelmiş. Benden en güzel yalanlarımı söylememi bekliyorlar anlaşılan. Bu güne kadarki en büyük yalanın nederi deseniz herhalde "ben yalana tümüyle karşıyım asla da yalan söylemem" derdim. Evet yalan söylemeyi sevmem, pek çok kişi gibi ben de yalana karşıyım ama mini minnacık, kimseye zararı dokunmayacak yalanlar söylediğim de olmamış değildir. İtiraf etmeliyim ki bu zararsız yalanlarımın çoğunu anneme söylemişimdir herhalde. Onu üzmemek için bazı şeyleri eksik, bazılarını hafif yandan yemiş; olanı olmamış, olmamışı ise olmuş olarak gösterdiğim bir kaç münferit olay yaşanmıştır hayatımda. Lakin bunlar günü geldiğinde açığa çıkmış, karabasan yalanlarım sinsice kuyumu kazıp beni ele vermiştir. Bu nedenle diyebilirim ki ben yalan konusunda gerçekten beceriksizin tekiyim. Hani tek ayağının üstünde kırk türlü yalan bulan yaratıcı zekalar vardır ya, işte ben o yaratıcılıktan az biraz nasibini almış amma velakin beceriksizliği ile her işi eline yüzüne bulaştıran bir dump olduğum için kolay yakalanırım. O yüzden benim "en güzel yalanım" olmamıştır, öncesinde yalan kategorisine girenler bir gün gerçeğin sillesi olarak geri dönmüştür. Bu nedenle artık onlar yalan değil gerçektir. Maksat oyun yürüsün, gençlerin yüzü gülsün. Ben de sevgili arkadaşlarımdan elif'i , gölgeyi, inteyi, ezgiyi ,elifi ve aramıza yeni katılan atiyi mimliyorum. Hadi bakalım dökülün yalanları!:)

Cuma, Ağustos 10, 2007

Gürültüyle Mücadele!

Kanat bir kaç haftadır yazıyor karşı binan çatısındaki tamirat çalışmalarına karşı başlattığı gürültü savaşını. Adamların çat, çut, pat, küt, vızzzuuu seslerine karşı Megadeath'li, Metallica'lı, Guns'n Roses'lı, Ac/Dc'li taaruzunu büyük bir zevkle okuyordum, ta ki aynı mevzu benim başıma gelene kadar. Tadına doyamadığım yıllık iznimin bir kısmını evde geçirip rahat rahat çalışmalarıma zaman ayırabilmenin planlarını yapıyordum uzun zamandır. Sonunda evde bir ayağım Konya'da, öbürü Anya'da yayılmış, kitapları etrafa saçmış bir saat çalışıp iki saat internette gezinirken "oh be ne rahatmış ev hayatı" düşüncesiyle bir daha işe dönmeme kararı vermeye hazırlanıyordum ki son iki gündür bütün güçler birleşti ve bana senin yerin işindir ne işin var evde oturuyorsun mesajı verdi. Alt komşuların bir kısmı evini tadil ettirme işemini nedense benim izin günlerime devreye sokarken bir bazıları da "komple komple komple tikiz" gürültüsü ile bana karşı nasıl bir komplonun içinde olduklarını göstermiş oldu. Ama tüm bu taaruzlara karşı önceden eğitimini tamamlamış olan ben, Kanat kaptanın yolundan giderek onlara kendi müzik arşivimden bir demet sunmaktan geri kalmadım. Ancak eldeki Metallica'ları çok uzun zaman önce tasnif ettiğim için Starsailor, Maroon 5, Anthony and the Johnsons gibi biraz daha yumşak ama damardan sinsice yayılan savaş aletleri kullanmayı tercih ettim ki, bu bile onları püskürtmeye yetti.Savaş aletlerimden birini sizinle paylaşmaktan gurur duyuyorum. Evet ben kazandım, siz kaybettiniz sevgili komşularım. Haaa haa haa (Türk filmlerinin panter desenli gecelikleriyle salınan kötü kadın kahkahasıya)

Perşembe, Ağustos 09, 2007

S.E.F.A

Ey piyano, sen ne muteşem bir enstrümansın. Hele sihirli parmaklar dolaşırken üzerinde ne kada da büyüleyici oluyor, insanı en derinlere atıyor oradan alıp doruklara çıkartıyorsun. Sihirli parmaklar ete kemiğe büründürüyor senden dökülen sesleri. Görünür kılıyor her bir melodiyi...Fahir Atakoğlu coşuyor, o coştukça daha da canlanıyor piyanodan saçılan sesler, notalar. Sertab'ın insanın aklını başından alan sesi ise kadın sesinin ne kadar kışkırtıcı olduğunu hissettiriyor, ve ortaya tadına doyum olmaz bir ziyafet çıkıyor. Nasıl geçtiğini anlamadığın, bitmesini hiç istemediğin bir iki saat yaşatıyor Sertab ve Fahir. Hani bütün gece çalıp söyleseler mıhlanıp kaldığın yerinden bir saniye ayrılamayacak, gözünü kulağını dört açıp kaptırıp gideceksin kendini. Ama zaman çabuk geçiyor ve her güzel şey gibi o da mazide hoş bir sedaya dönüşüyor. Gece bitmeden, uykuya dalıp rüyalar alemine yollanmadan önce paylaşayım istedim bu gecemi. Sevgili kocacığımın fotoğraf çekmek yasakmış uyarısını dinleyip de makinamı yanıma almadığım için youtube'da bulduğum bu arşiv görüntülerini koydum hislerime tercüman olsun diye.Gönül isterdi ki kendi görüntülerim, fotoğraflarım olsun. Ne yapalım başka zamana. Fahir müthiş, Sertab şahane, konser büyüleyici idi ama bir de önümüze denk gelen kıllanan teyze ve ahalisi ile mini minnacık yavrucukların vıyaklamaları, cıyaklamaları olmasa çok daha keyifli bir gece geçirecektik efenim. Hayır el kadar yavrucağın gecenin bir vakti müzik dinletisine getirilmesi hem çocuğa,hem ailesine hem de biz zavallılara eziyet olmuyor mu?

Çarşamba, Ağustos 08, 2007

Hoşgeldin BORA!!!

07.08.2007 itibariyle üçüncü kez teyze oldum. Kardeşim Ebru, dün resmen anne oldu, e sayesinde biz de teyze. Bora'mızı henüz görebilmiş değilim ama sosis parmaklı, yumuk gözlü, fındık burunlu, dolma dudaklı bir keratamız oldu gibi geliyor bana. Kerata diyorum ama Ebru'nun onu hanım hanımcık birşey yapmasından da kormuyor değilim hani. Bu nedenle ben bir an önce gidip duruma el atsam hiç fena olmayacak. Elifcim sen burada olsan derhal müdahale eder Bora'yı hayalini kurduğumuz bir fırlama yapardın. Ben senin kadar becerikli değilim böyle konularda o yüzden çocuk konuşmaya başlamadan önce yetiş... Evet Boramız sonunda geldi, sıra Naz da...

Pazar, Ağustos 05, 2007

Susmak yok yola devam!

Yeni yasama dönemimiz 4 Ağustos 2007'de vekillerimizin yemin billah ettikleri uzuuun bir açılış töreniyle başlamış bulunuyor. Ne diyelim hayırlı uğurlu olsun...22 Temmuz'dan bu yana daha doğrusu Ezgi'nin belirttiği üzere 19 Temmuz'dan beri yazmıyordum. Yazmamamın nedeni seçim şokunu atlatamamış olmamdan kaynaklanmıyordu elbette, zira görünen köy kılavuz istemez türünden bir seçim dönemi atlattık bunda şaşırılacak, şok geçirilecek bir durum yok. Neydi sloganımız "demokrasi kazansın!". Kazandı mı? O konuya şimdi girmeyeceğim, sadece demokrasinin kazanabilmesi için herşeyden önce tam demokratik bir yapılanmanın olması gerektiğini düşünmem nedeniyle "halk bazen her şeydir, bazense hiç bir şey" demekle yetiniyorum. Demokrasinin kazanıp kazanmadığını ileriki zamanlarda göreceğiz, şimdiden bir şey söylemek azıcık ucundan kahinlik olur ki o da bize pek gitmez.
Yazamayışımın nedeni ise yorucu ve yıpratıcı seçim propagandalarının ardından harap olmuş zihnimi bir süreliğine de olsa dinlendirmek, cehennemden kopup geldiğini varsaydığımız sıcaklardan kaçıp kendimizi bir sahil beldesine atmış olmamızdı. Sahil beldesine gittik dediysem savaştan çıkmış muzaffer komutan edasıyla tatile çıkan Tayyo ve sülalesi gibi yedi yıldızlı otellere değil elbette. Bizimkisi Davutlar sahil sitesinde baba ocağı ana kucağı, viralessiz, internetsiz bir tatildi. O yüzden istemeyerek de olsa yazılarımıza bir süreliğine ara vermiş olduk.
Neyse parlamento göreve bando mızıka başladı da biz de mesaimize başladık... Bu yasama dönemi ne zamana kadar devam eder bilemiyorum ama bize bol malzeme verecek, eğlenceli bir parlamento olacağını şimdiden seziyorum. DTP ve MHP'nin komşu sıraları paylaşıyor olması, Ufuk Uras'ın vekilliği, diğer dönemlere nazaran kadın vekillerin -en azından -sayıca fazlalığı renkli bir yasama döneminin olacağına işaret ediyor. Bir de Osman Yağmurdereli durumu var tabiii. Ben şahsen kendisinin Atilla Koç'tan çok daha iyi taşıyacağına inanıyorum Kültür ve Turizm Bakanlığını. Ne de olsa kendisi hem şarkıcı hem de dizi rekortmeni bir yapımcı. En azından tiyatrocunun, sinema oyuncusunun değerini Atilla Bey'den daha iyi bilmesi beklenir. E koltuğu kaplayacak cüsse açısından da çok bir değişiklik olmaz hani. Neyse tek tesellim İbrahim Tatlıses'in parlamento dışı kalmış olması. Kendisi kadından sorumlu devlet bakanı olmaya talipti ya maazallah TBMM'ye girse olur mu olurdu vallahi...Bu seferlik ucuz atlattık sevgili hemcinslerim.
Efendim yazın kavuruculuğunda bir seçim, bir yemin töreni ancak bu kadar olur demiyelim. Genç Parti'nin bol kese vaatlerini yemeyen bir halk var karşımızda, bu çok önemli. Öte yandan bizi bekleyen işler de çook (sen üstüne vazife olmayan işlere bulaşma dediğinizi duyar gibiyim de neyse...), e o zaman nerde kalmıştık? Susmak yok, "yola devam" diyelim mi?!...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails