Pazartesi, Kasım 19, 2007

Yaşamın Kıyısında

S ile "Yaşamın Kıyısında" hakkında konuşuyoruz. Ben filmde en çok teğet geçen yaşamlardan, kıyısında dolaştığımız ama bir türlü içine tam olarak giremediğimiz hayatlardan etkilendiğimi söylüyorum. Benim için böyle bir şey olsa gerek kıyısında olmak herhalde diye düşünüyorum ve biraz da uçlarda yaşamak hayatı. S ise kahramanların en yakın bildiklerini anlamak, bunun için çaba göstermek yerine kendileri için önceleri aslında yabancı olan diğerinin yaşamını anlamak için çaba gösterdiklerinden hatta onları anladıklarından etkilendiğini... Aslında ne kadar doğru bir çıkarım olduğunu düşünüyorum. Sevdiklerimizin kıyısında dolaşmak, ama onları anlamak için çabalamamak. Bunu ne kadar da sık yapıyoruz? Önem verdiğimizi zannettiklerimize aslında çoğu zaman kör gözlerle bakıyor, işitmeyen kulaklarla dinliyoruz onları. Belki de en çok bu yüzden yanılıyor, yanlış yapıyoruz onlara karşı. Sevdiğimiz birini anlamamız için illa onun ölmesini beklememiz gerekmiyor. Fatih Akın aslında bir uyarı çekiyor, hafiften ayar veriyor seyircisine.
Filmin sonundan rahatsızlık duyduğumu söylüyorum S'ye. Yarım kalmışlık hissinden hoşlanmadığımı, boşluk doldurma konusundaki kötümserliğimi. O ise en çok sonunu beğendiğini. Deniz kıyısı metaforunun filme yüklediği anlamı...
Filmlerdeki politik göndermeleri hatta pek çok tarafa iyi giydirdiğini söylüyorum S'ye. O bu göndermelerin çok hızlı geçildiğini...Ortak bir noktada birleşiyoruz S ile...İkimiz de etkileyen bir senaryo ve iyi işlenmiş bir kurgu var bu filmde.

Cuma, Kasım 16, 2007

YÖK Ülkemizin Her Yönden Gelişmesine Katkıda Bulunacak Atılımı Sağlayamadı

Geçenlerde YÖK'le ilgili bir yazı yazmıştım. Çukurova Üniversitesinden çok saygıdeğer bilim insanı hocamız İbrahim ORTAŞ da YÖK'ün kuruluş yıl dönümünde bir yazı kaleme almış. Değindiği noktaların çok önemli olduğunu düşündüğüm için bu yazıyı sizlerle paylaşmak istedim.
********************************************************************************
YÖK Üniversitelilik Bilincini Ortadan Kaldırdı.Evet bugün YÖK'ün kuruluş yıldönümü. Tamamen tek elden yürütülen ve yukarıdan aşağıya hiyerarşik yapılanma ile üniversiteler işleyemez duruma gelmiştir. Üniversitelerimiz ve eğitim sistemimiz işleyemez duruma gelmekle kalmamış bir bütün olarak ülkemiz bilimsel saygınlığını eşdeğer ülkelere göre geliştirememiştir. Bugün ülkemizin sosyal yaşamı, bilimi ve üniversiteleri toptan bir çıkmazın içindeyse bunun en önemli nedeni de YÖK yasası ile birlikte gelen üniversite anlayışıdır. YÖK' ile birlikte ülkemizde bilimsel kalite geriledi YÖK' ün kurulması ile birlikte aradan geçen 25 yıllık süre içinde belki ülkemiz üniversitelerinde niceliksel gelişmeler olmuştur, ancak unutmayalımbizden geride olan ülkeler bizden birkaç kat ilerlediler. Ancak ülkemiziçin en ciddi sorun üniversite ve bilim kalitemiz her geçen gün düşmüştür.Yine YÖK strateji raporundan öğrendiğimize göre üniversitelerimizin ve YÖK kurumunun ve diğer orta öğretim kurumlarına ilişkin istatistiki bilgiler, başta Milli Eğitim olmak üzere ülkemiz eğitiminin ve biliminin röntgeninin hiç parlak olmadığı ve ülkemizi ileriye taşımaktan da uzak olduğu görülmektedir. Muasır Medeniyet Seviyesini Yakalayamadık. Maalesef ülkemize yazık olmuştur. Ülkemiz insani gelişmişlik düzeyi yönünden 96 sırada, yoksulluk ve suiistimalde 70 sırada. Halen nüfusun%10'un üzerinde okuma yazma bilmiyor, ortalama okuma yazma oranı ise 3.5yıl. Maalesef ülkemiz Mustafa Kemal'in hedeflediği muasır medeniyetler seviyesine 90 yıl sonra halen ulaşamamıştır. Bu sorumluluk bizi yönetenlereaittir. YÖK'ün ve Üniversitelerin birazda ülkenin bu gerçeklerini dikkatealarak, toplumu aydınlatarak yurttaşlardan devletten taleplerde bulunmasını sağlamaları beklenilmektedir..Üniversite Öğrencisini Çağı Yakalayacak Düzeyde Eğitemedik Üniversiteye gelen öğrenci yalnızca ders almakta ancak eğitim aldığımaalesef söylenemez. Maalesef yine YÖK'ün raporuna göre ÖSS'yi başarmışolsa da öğrencilerin çoğunun düzeyi üniversite öğrenimine uygun değil.Devamında da biz üniversiteler gelen öğrenciye pek de bir şey katmadanmezun ederek göndermekteyiz. Mezunlarımız doğru düzgün yabancı dilbilmiyor, dilekçe yazamıyor ve kendisini ifade etmekte yetersizkalmaktadır. Biricik amacı bilgi üretmek ve bilgiyi yaymak olan üniversiteler bilinen bilgiyi öğretmekten öteye geçememektedirler. Cahit Arf'ın ifadesi ile neredeyse "ileri lise" konumundan öteye geçemedik. Bilimsel Üretkenlik Yönünden Üniversitelerimiz Verimsiz. Bütün birimlerde bilim ortamına yakışmayan, ilgisizlik, kadrosuzluk, verimsizlik ve doğal olarak yıldan yıla gelişen yılgınlık üniversiteleriçalışamaz konuma getirmiştir. Hepimiz yoksulluk sınırındaki maaşla, ekders, ikili öğretim, dışarıda döner sermaye üzerinden veya piyasada iş ararduruma getirildik. Bütün enerjisini para kazanan işe ayırtan öğretim üyeleri olarak bilim yapamaz konuma getirildik. Dünyada bilimsel çalışmalar ve araştırmalar harıl harıl işlerken, öğretim üyeleri 30 saate kadar derse girmeye zorlanmaktadır. Bu koşullarda nasıl bilim yapılacak anlamaktazorlanıyorum.YÖK yasası ile birlikte ülkemizin bilimsel bilim adamı yetiştirme sistemi bir türlü bir mekanizmaya ve kriterlere bağlanamamış. Yaratılan bilim insanı profili ise bilimsel üretkenlik yönünden son derece düşük düzeyde kalmıştır. Üniversitelerin Sorunu Yönetim Sorunudur. Türk yükseköğretimin başta üniversiteler olmak üzere en ciddi sorunu yönetim sorunudur. Adeta bir yerel yönetici belirleme yapılanmasına dönüşen üst yönetim belirleme sistemi üniversitelerde huzursuzluğu geliştirmiştir. Belirlenen adaylar önce YÖK kurlunda sonrada Cumhurbaşkanın ilkeleri belirlenmemiş taktirine bırakılmıştır. Üniversite üst yönetimlerinin iktidara gelmek için verdikleri paylaşımcı, liyakate dayalı atama ve terfi vaatleri, üniversiteleri demokratikleşme anlayışı ne yazık ki iktidara gelindikten sonra unutulmaktadır. Neredeyse bütün alt kademeden üst kademeye kadar ülkemizin bütün üniversite yöneticilerine karşı benzer eleştiriler gelmektedir. Ölçütleri belirlenmiş, liyakate dayalı kendi iç dinamikleri içinde özerk ve özgür üniversite anlayışına dayalı bir yönetici belirleme sistemine acil ihtiyaç bulunmaktadır. Bilim ve Eğitim Birinci Öncelik Olmalıdır Mutlak. Başta orta öğretim olmak üzere üniversite eğitim ve bilimi ulusal bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Ülkenin geleceğine yönelik temelaraştırma stratejileri geliştirmeli. Türkiye'nin GSMH içindeki en yüksek payı eğitim ve bilime ayrılmalı ve konu Milli Güvenliğin birici maddesi olmalıdır. Bunu yapamadığımız zaman sürekli kendi içimizde çözüm üretemeyen, teröre alet edilen, dışarıdan sürekli bilgi alan bir ülke olmaktan kurtulamayız. Çağımızın biricik tecrübesi eğitim düzeyi düşük, bilgi üretemeyen hiç birtoplumun çağı yakalaması mümkün değil ve ligden düşmektedir. Tarihin herdöneminde bilime önem veren ve onun gereğini yerine getirenler ilegetirmeyenlerin hikayeleri vardır. Sanırım ulus olarak bu konuyu en çokkonuşanlar bizleriz. Ne yazık ki bir arpa boyu yol alamadık, günden güne degeriye gidiyoruz. Yeni Bir Yükseköğretim Yasası ŞartÜlkemizin aydın geleceği için mutlaka yeni bir yüksek öğretim yasasınaihtiyaç bulunmaktadır. Üniversitelerimizin mutlaka bu talebi en yüksekşekilde ifade etmeleri gerekir. Bugünkü anlayışla ülkemizin bilimsel,ekonomik ve sosyal alanda atılım yapması beklenilmemelidir. Ancak atılımyapmak ve çağın gerisine düşmememiz gerekir. Bunun sorumluluğu baştaüniversite yöneticilerine düşmektedir. Günden güne eriyen üniversitelerinsorumluluğu, başta kurumların başına büyük umutlar ile gelip statükoyasığınan, kurumalara dinamizm katamayan yöneticiler aittir. Ayrıca bilincive şuuru olan, olayları ve gelişmelileri görüp bana ne diyebilenlereaittir. Kısaca bu ülkede sorumluluğu olan ve konuya duyarsız kalan hepimize aittir. Sorun siyaset üsütü bir yaklaşımla ele alınmalıdır. Ülkemizin dinamik insan gücüne yeni dinamik ve çağdaş bir yüksek öğretim modeli yakışır. Ülkemizin bunu hakkettiğini düşünüyorum

Cumartesi, Kasım 10, 2007

iş bankası 10 kasım Mustafa Kemal Atatürk reklamı

Atatürk'ün insan yönünü çok güzel betimlemiş, onun ideallerini gerçekten çok iyi sembolize etmişler. 10 Kasım'da Atamız ancak bu kadar güzel anılabilirdi.

Cuma, Kasım 09, 2007

Bir Hüzün Başkenti

Her kentin, her mekanın bir kalbi olduğunu düşünmüşümdür her zaman. Kendine has kişiliğiyle yaşayan bir canlıdır kentler de. Bazı kentler vardır enerjiktir, coşkuludur. Bazıları ise hüzünlü...Tarihin sillesini yemiş, acılarla dolu küfesini yüklenmiş giden. Kudüs bu küfeyi sırtlayan belki de en bilindik kenttir. Bir diğeri ise Berlin... Farklı ülkelerin farklı kentlerine yolum düştü. Ancak hiç biri Berlin kadar derin bir hüzne boğmadı beni. Sıcak savaşın bıraktığı taş yığınlarının arasından yeniden yükselirken bu sefer de soğuk savaşın oyunlarına sahne olmuş, halkı bir duvarla ikiye bölünmüş bir kentti burası, ve yıkılışının üzerinden 12 yıl geçse de duvarın kalbine kazıdığı izler hala çok rahatlıkla okunabiliyordu. "Unter den Linden" ne kadar kalabalık, ne kadar hareketli olsa da tarifi zor bir hüzün bırakıyordu üzerimde. Oysa ne de güzel bir karşılığı vardı dilimde caddenin: Ihlamurlar Altında! Nazi döneminin acımasızlığı, Sovyet egemenliğinin soğukluğu ile birleşiyor, kapitalizmin yapışkan yayılmacılığı ise kentin siluetine hafif meşreplik katıyordu.
Otomasyon düzenin insanları bir seri üretim hattı gibi akıp gidiyorken engelleri yıkılan doğu ile batı arasında ben, duvara rağmen bir aşkın nasıl sürdürülebildiğini düşünüyordum romantik bir ruh haliyle. Ya da bir duvar parçasının kaç kişinin kanını emdiğini...
Duvar bir semboldü sadece beyinlerimize değil, yüreğimize de kazınan. Bize yıllarca Doğu Almanya'nın komünist düşünceyle insanları esir aldığı anlatılmıştı. O yüzden olsa gerek doğu yakası dünyaya kapalıydı, soğuktu. Oysa ki haşmetli ama tek tip binaları, geniş caddeleri kaplıyordu, tıp kı başkent Ankara'daki gibi. Batı ise yüzünü Amerika'ya dönmüş, gece kulüpleri, kültür aktiviteleri, alış veriş merkezleriyle fıkır fıkır bir Avrupa Kentiydi. Oysa kapitalist ekonomiyi beslemek için kurulan fabrikalarda çalışması için davet ettiği "yabancıların" kendine bile yaban olduğu bir dramın ev sahibiydi sokak sokak, mahalle mahalle...Böylesine farklı, böylesine ayrıydı kentin iki yakası birbirinden ve bu aykırılığıydı belki onu böylesine kederli ve bir o kadar anlamlı kılan......Belki sırf bu yüzden adını her duyduğumda yüreğimin cız edişi.
Berlin halkı duvarın yıkılışının 18. yılını kutluyor, duvarın böldüğü hayatları anarak. Bazısı ise doğu ve batının ayırldğı günlerin özlemini duyuyor. Bense duvarın küçük bir parçasıyla sanki tarihin bir bölümüne sahip olduğum hissini taşıyorum.
"Goodbye Lenin" bu hüznü kentin fonu üzerine inşa edilen yaşamlar üzerinden işliyor. Kişilerin yaşamı, kentin dramına; kentin parçalanmışlığı kişilerin yaşamına karışıyor...Film, kimi zaman esprili ama bolca hüzünlü bir anlatım sunuyor Berlin üzerinden, tıp kı kentin kendisi gibi. Duvarın yıkılışının yıl dönümü olan bu günde eğer kendinize ayıracak biraz zamanınız varsa bu filmi izlemenizi öneririm. Tarafsız ve yalın bir anlatımla hazırlanmış ve gerçekten o döneme ışık tutuyor.

Pazartesi, Kasım 05, 2007

Yazık oldu bizim Mösyö'ye...

Bir kadın düşünün ki Dünya'nın baş aktörlerinden birinin, mihenk taşı bir ülkenin liderinin eşi olsun ve ülkenin en tepesindeki kadınken tüm makam, mevki ve hayli gösterişli bir hayatı elinin tersi ile iterek bir anlamda tepedeki kadın olmaktan istifa etsin. İşte ben buna cessur, onurlu ve güçlü bir kadın portresi derim. Bahsi geçen kişiyi çıkartmanız zor olmamıştır sanırım. Zira son günlerdeki idol kadınımı sizlerle de paylaşmak isterim: Bayan Cecillia'yı. O kocasının iktidarına ortak olmak adına yalama olmuş bir evliliği sürdürme zorunluluğunu duymayan, bir insan olarak
ince hesaplar yerine derin duyguların daha önemli olduğunu gösteren, özgürce yaşayabilmenin her türlü mevkiden daha değerli olduğunu cümle aleme öğreten ve belki de en çok bu yüzden gönüllerde başka bir yere oturtulan kadın. Lady Diana'dan sonra "arkasında durduğum kocamdan bağımsız bir birey olarak ben de varım!" diyebilen ve belki de sırf bu tavrı yüzünden kocasının soyadından hariç sadece Cecillia olarak tarih sahnesine adını yazdıracak bir insan. Gizli kapaklı işlerle sadece kocasını değil tüm dünyayı aldatmaktansa aşkını doyasıya yaşamayı tercih eden ve bunun için her şeyi göze alabilen bir kadın O. Kısacası türünün numuneliklerinden. Sahi böyle kaç kadın kaldı dünya üzerinde? Kalbim seninle Cecillia, yazık oldu bizim Sarkozy'e.

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails