Cumartesi, Eylül 13, 2014

Her Çocuk Özel Olmayı Hak Eder...

Ne zaman ciddi bir şekilde çalışmam gerekse kendimi bu bloğa yazarken buluveriyorum. Yine tez yazma zamanı ve yıllar sonra bloğa yazma aşkı. Ne yaman bir içsel ve bilişsel çatışmadır bu böyle. Sanırım "çok çalış, bir yere varma" sürücümden kaynaklanıyor. Yoksa farkındayım facebook çıktı, mertlik bozuldu. Yazılanlar yavaş yavaş anlamını yitirmeye başladı. Kısa olanla anlatmak daha kolay hale geldi. Ama heyhat, işte ben yine bir gece oturmuş kafamda bin bir düşünce balonuyla döküveriyorum kelimleri ard arda facebooka rağmen...
Bunun sebebi seyrettiğim bir filmin beni çocukluğuma taaa ilkokul yıllarıma götürmüş olması da denebilir aslında.
Sene 1985. İlkokulun ilk yılı. Bütün sınıf heyecanla ilk sınav notunu bekliyor. Aileler de kapıda çocuklarının çıkmasını. Ben büyük bir heyecanla çıkıyorum sınıftan, anneme koşuyorum ve "orta" almışım diyorum. Ne çok iyi ne de çok kötü, ortada olmanın iyi bir şey olduğunu düşünerek. Eğitimci olan anneme notumu söylediğimde yüzündeki ifade değişiveriyor. Ve o an anlıyorum "orta"nın yeterince iyi birşey olmadığını. İlkokul hayatım özellikle de ilk senem zorlanmalarla geçiyor. Okumakta zorlanıyorum, okuduğumu anlamakta da...Çünkü harfler anlamlı bir bütün oluşturamıyor minik zihnimde. Ya bir iki eksik ya da biraz fazla harf ekliyorum okuduklarıma. Sonunu getiremediklerimi türetiveriyorum zihnimden. Bazı rakamlar çok ama çok zor geliyor. Üç (3) nasıl yazılır çözmekte zorlanıyorum bir türlü. Üçün olduğu yerde beş, beşin olduğu yerde üçü koyuveriyorum, ve son kertede çuvallıyorum. Çalışmak istemiyorum haliyle. Anlamakta zorlandığım şeyler üstüne uğraşmaktansa anladığım oyunlar ve çizimler daha cazip geliyor bana. Bana ders çalıştırmakla yükümlü kişiler çıldırma noktasına geliyor zaman zaman. Matematikçi olan ailemde büyük bir hüsran ve hayal kırıklığı yaşanıyor haliyle. "Bu kızdan birşey olmayacak herhalde.",  "okuyup adam olacak da biz de görebilecek miyiz?" düşünceleri ile boğuşmak zorunda kalıyorlar. Bense kendi dünyamda oyunla ders arasında bir yere sıkışıp kalıyorum.
İlkokul üçüncü sınıfın sömestir tatilinde dedem ve anneannem bir kitap hediye ediyor: Hazine Adası. Üzerinde bir not: "Güzel kızım çok çalış, daha çok çalış, senin başarılı biri olduğunu görmek istiyoruz, seni her halinle seven anneannen ve deden." "Başarılarının devamı" diye yazmıyor. Çünkü o yıllarda başarı diye birşey de olmuyor hayatımda. Heceleyerek okumaya çalışan ve bu yüzden de hiç okumak istemeyen bir kız çocuğu profili. Dünya klasiklerini çizgifilmlerden öğrenen bir çocuk. Hep vasat, hep ortalama...
İlkokul öğrencileri o yaşlarda çok acımasız olabiliyor kendi akranlarına karşı. Öğretmenler de...Çalışkan ve gözde bir kaç öğrenci dışında orta ve altı alanlar sanki görünürlüklerini de yitiriyorlar ve farklı amaçlar belirliyorlar kendilerine görünür olabilmek adına.
Olmuyor tabi ailemin çok istediği o anadolu lisesi. Çünkü sınavda bir soruyu iki hatta üç kez okumak zorunda kalıyorum. Okuyamadıklarımı tahmin ediyorum. Sonuçsa sıradan sayılabilecek bir ortaokul oluyor neticede. Ama birşey oluyor o okulda. Ezberim bozuluyor kendime dair. Bir Türkçe öğretmeni giriyor hayatıma. Okumanın aslında zor birşey olmadığını öğretiyor bana. Tiyatro yeteneğimin olduğunu, kafamın çalıştığını hissettiriyor. Kitaplar hediye ediyor. Sait Faikler, Muzaffer İzgüler getiriyor önüme. Güven veriyor bana, ve kendilik değerimi yeniden kazanmama yardımcı oluyor. Biraz daha fazla çalışırsam yapabileceğimi, biraz daha fazla okursam hız kazanabileceğimi hissettiriyor.
Ortaokulda çıkıyorum başarı merdivenlerini ikişer üçer ve bir gün okul üçüncüsü olarak kürsüde tüm okulun önünde yerimi alıyorum. Ama göremiyor ne yazık ki dedem. Ömrü vefa etmiyor.
Lise yılları yine hüsranla başlıyor. Çünkü Türkçe okuyup yazmaya yeni başlamış biri olarak İnglizce'yi anadilinden hallice öğrenmemiz isteniyor bizden. Olmuyor, yine uçuşuyor harfler, kelimeler. Bir türlü zihnimde netleşemeyen anlamlar...Yine vasatın altında bir yer ediniyorum kendime sınıfta. Ne kadar çabalarsam çabalayayım o İngilizce'yi ikiden üçe çıkartamıyorum bir türlü. Gidip gelinen özel dersler de cabası. Analitik geometri denen birşeyi koyuyorlar önüme. Ben daha üçgeni, beşgeni yerleştirememişken zihnime, uzaysal birtakım hesaplamalar yapmam bekleniyor. Yine bir çuvallama öyküsü daha yaşanıyor. Ama bu sefer daha bir güvenli devam ediyorum yoluma. Çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Benim gibi olanların da var olduğunu...
Üniversitede Psikoloji okurken "özel öğrenme güçlüğü" diye bir sorun olduğunu öğreniyorum. Tam da beni anlatıyor, niçin bir türlü harfleri ve kelimeleri organize edemediğimi; okuduğumu tekrar tekrar okumak zorunda kaldığımı, sınavlarda yavaş ve sakin okuyarak yapabildiğimi. Aslında tembel ve vasat bir öğrenci olmadığımı, zekamda bir problem olmadığını , normal zeka düzeyindeki insanların önüne zihinsel bir ket olarak özgül bir alana ilişkin bozulmaların olabileceğini o gün anlıyorum. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyorum...Ama o zamana kadar yaşadıklarımdan ötürü biliyorum istersem ve çalışırsam yapabileceğimi.
Bu gün bir kez daha izlediğim film, bu anılarla yüzleştiriyor yine beni, ve boğazımda bir düğüm gitmiyor bunları yazana dek.
Tahmin edeceğiniz üzere o film Aamir Khan'ın Taare Zameen Par' ı yani Türkçesiyle " Her Çocuk Özeldir". Ishan elimden tutuyor  ve beni geçmişime doğru bir yolculuğa götürüyor.
Yeni yılın ilk ders zilinin çalmasına iki gün kala bunları ve kendi öykümü yazmayı bir borç biliyorum. Çünkü bundan önce, şimdiki zamanda ve bundan sonra öğrenme güçlüğü ile sınıfta kendine bir yer edinmeye çalışacak öğrenciler olacak. Şanslı olurlarsa onlar da yetenekli olduğu bir alanı keşfedebilecek ve bir gün benim gibi doktora yapma ya da iyi bir meslek sahibi olma noktasına gelebilecek. Şanslı olamaz da fark edilmezlerse kaybedenler klübünde yerleri hazır olacak maalesef...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails