Bundan yaklaşık on yıl kadar önceydi. Öğretmen adaylarına verdiğim Sosyal Psikoloji dersinde şöyle bir senaryo paylaşıyorum öğrencilerimle. "Bir genç kız akşam saat 9 civarı bir kafeye gidiyor yalnız. Mini etek giymiş. Makyaj yapmış. Güzel bir kız olduğu için de çevredekilerin de dikkatini çekiyor. Yemeğini yiyor, sigarasını içiyor ve kafeden ayrılıyor. Otobüs durağına doğru ilerlerken kafede oturan adamlardan biri arkasından yanaşıyor ve kıza karanlık, kuytu bir köşede saldırıyor." Bu senaryo size ne düşündürdü diye soruyorum sonrasında. Biri "kız da öyle dikkat çekici a" diyor fazlaca düşünmeden, öbürü "E gece gece ne işi varmış ki tek başına kafede diyor.", bir diğeri "ne olursa olsun bu durumun bir kadının başına gelmesi affedilemez" diyor ve cevaplar genelde kızın tahrik unsuru oluşturduğu, hafif meşrep olduğu yönünde sıralanıp gidiyor. Derse girdiğim saat akşam 7. dersin bitişi 8.30' u buluyor. Anlayacağınız bu gençler ikinci öğretim öğrencisi. Yani bu senaryoyu verdiğimde kış vakti çoktaaan hava kararmış oluyor. Senaryonun ikinci versiyonu da var diyorum. "Bu kız öğrenci bizim fakültede ikinci öğretim okuyor. Evinde yemek olmadığı için dersten sonra okulun karşısındaki ....... kafede bir iki lokma atıştırıp gitmeyi planlıyor. Bakımlı da bir öğrenci, okula gelirken kılığına kıyafetine dikkat ediyor (ki sınıfta o an aynı durumda olan öğrenciler de bulunuyor). Pek çok üniversite öğrencisi gibi o da sigara içiyor ve yemekten sonra da bir tane yakıyor. Yemekten kalkıyor ve otobüs durağına giderken kafede kendini izleyen bir adamın saldırısına uğruyor" sonra yine soruyorum şimdi ne düşünüyorsunuz diye. Sınıfı kesif bir sessizlik kaplıyor. Sonrasında "evet hocam o kız biz olabilirdik" diyor içlerinden bazıları.
Lerner tarafından kavramsallaştırılan "Adil Dünya İnancı" insanların başlarına geleni hak ettikleri, mağdurun mağduriyetinin gerçekçi bir sebebi olduğu düşüncesidir diye devam ediyorum ve ilk senaryoda bu düşünce mekanizmasının nasıl hızlı bir şekilde devreye girdiğine dikkat çekiyorum. Çünkü normal, sıradan insanın kendisini dünyanın öngörülemez tehlikeleri karşısında güvende hissedebilmesi için diğerlerinin başına gelen felaketleri rasyonalleştirmesi gerekir. Temel atıf hataları içinde yer alsa da bu düşünce sistemi insanı belirsizin kaygısından koruma işlevi görür. Oysa insan ne kadar doğru, ne kadar ahlaklı, ne kadar güçlü olursa olsun bu tür felaketlerin başına gelme olasılığı her zaman mevcuttur. Tıpkı Özgecan Aslan'ın başına geldiği gibi. Özgecan'ın vahşi bir şekilde katledilmesinin ardından da yukarıdaki senaryonun öğrencilerime düşündürdüklerine benzer düşüncelere kapılanlar hatta bunları sosyal medyada paylaşanlar oldu. Bu durumun faili olarak laik eğitim anlayışını gösterenler bile çıktı. Evet bu işin bir faili olmalı elbet. Zaten var. Ama bunu bir dine, bir inanca, bir kimliğe sığdırmak temel atıf hatası olan adil dünya inancının ortaya çıkmasına benzer bir bilişsel indirgemecilik sorununu beraberinde getirmekte. Çünkü şiddetin dini, ırkı, kimliği olmuyor. Bu vahşetin en önemli faili şiddeti meşrulaştırıp, kadını kapatmaya, sosyal hayattan izole edip "kadın annedir, yeri de evidir." , "gece yalnız dışarı çıkan kadın başına geleceklere razıdır.", "mini etek giyip, orasını burasını gösteren kadın karşısındaki erkekleri tahrik eder, tecavüzü davet eder." zihniyetidir. Bu tür kalıpyargılar kadını ötekileştirirken erkek egemen anlayışı daha da güçlendirmektedir. "Özgecan Aslan" hunharca katledilmesinin bıraktığı tarifsiz acıyla önemli bir uyanış ve bilinçlenme ışığı olmuştur pek çoğumuzun zihninde. Fark etmeden yaşayıp gittiğimiz erkek egemen düzen içinde kadının aslında var olan kendi gücünü görmesine yardımcı olmuştur. Kadına ve çocuğa yönelik istismarların her türüne karşı alınması gereken politikaların ivedileştirilmesi için baskı oluşturacak tabanı da harekete geçirmiştir. Suçluların cezalandırılması hem de en ağırından ceza almaları hepimizin en büyük isteği. Hem acılı ailesi hem de kamu vicdanının az da olsa yüreğinin soğutulması için. Ancak bu noktada "idam cezasının yeniden getirilmesi" talebinin salim kafa ile bir kez daha değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Çünkü adil yargılamanın henüz tam olarak tesis edilemediği bir ülkede verilecek dönüşü olmayan bir cezanın benzerlerine şahit olduğumuz şekli ile pek çok masum insana ve onların yakınlarına zarar vereceği düşüncesindeyim. Kaldı ki bu kısa vadede bir çözüm gibi görünse de arttırılmış cezalar suç fiili üzerinde her zaman aynı oranda caydırıcı olamayabiliyor. Şiddet şiddetle önlenmiyor. Kadına, çocuğa, hayvana yapılan şiddetin önlenebilmesi için bir zihin devrimi gerekiyor. "Kadının fıtratında vardır tacize uğramak"," Kadın bir çiçektir, korunmalıdır.", "Çalışan kadın yolludur.", "Tecavüze, tacize uğradıysa mutlaka kuyruk sallamıştır.", "Kızlı erkekli okumak tacize davetiye çıkartmaktır." gibi türevleşen düşünce kalıplarından kurtulmak için eğitimi işe koşmaktır. "Değerler Eğitimi" işte bu noktada evrensel insani değerler üzerine odaklanarak kadın ve erkeğin "İNSAN" ın birbirinden ayrışmak yerine birbirini tamamlayan ve hayatı biçimlendirmede ortak rol oynayan iki farklı cins olduğunun genç dimağlara öğretilmesinde işlev görmeli ve bir arada yaşayabilme becerisini kazandırmalıdır. Çünkü en önemli değer "İnsan" olmaktır. O da kolay olmamaktadır. Bu olayları fırsat bilip kadını daha çok kapatmaya çalışan; "pembe otobüsler", "ayrıştırılmış sınıflar ve okullar", "kadınların gece başında erkek olmadan dışarı çıkmaması", "kocası olmadan araba kullanmaması" gibi dünyada örneklerini gördüğümüz projeleri ile sözde "korumak" adına fikir telakki eden zihniyetler olacaktır. Bu projeler "iyi niyetli, masumane" gibi görünse de korku ve ayrımcılık kültürünü besleyerek uzun vadede mevcut sorunları daha da arttıracaktır. Tıpkı idam cezasının yeniden gelmesini istemek gibi.