Pazartesi, Şubat 16, 2015

Bir Güvercin Uçar Kanatları Işık Saçar...

Bundan yaklaşık on yıl kadar önceydi. Öğretmen adaylarına verdiğim Sosyal Psikoloji dersinde şöyle bir senaryo paylaşıyorum öğrencilerimle. "Bir  genç kız akşam saat 9 civarı bir kafeye gidiyor yalnız. Mini etek giymiş. Makyaj yapmış. Güzel bir kız olduğu için de çevredekilerin de dikkatini çekiyor. Yemeğini yiyor, sigarasını içiyor ve kafeden ayrılıyor. Otobüs durağına doğru ilerlerken kafede oturan adamlardan biri arkasından yanaşıyor ve kıza karanlık, kuytu bir köşede saldırıyor." Bu senaryo size ne düşündürdü diye soruyorum sonrasında. Biri "kız da öyle dikkat çekici a" diyor fazlaca düşünmeden, öbürü "E gece gece ne işi varmış ki tek başına kafede diyor.", bir diğeri "ne olursa olsun bu durumun bir kadının başına gelmesi affedilemez" diyor ve cevaplar genelde kızın tahrik unsuru oluşturduğu, hafif meşrep olduğu yönünde sıralanıp gidiyor. Derse girdiğim saat akşam 7. dersin bitişi 8.30' u buluyor. Anlayacağınız bu gençler ikinci öğretim öğrencisi. Yani bu senaryoyu verdiğimde kış vakti çoktaaan hava kararmış oluyor. Senaryonun ikinci versiyonu da var diyorum. "Bu kız öğrenci bizim fakültede ikinci öğretim okuyor. Evinde yemek olmadığı için dersten sonra okulun karşısındaki ....... kafede bir iki lokma atıştırıp gitmeyi planlıyor. Bakımlı da bir öğrenci, okula gelirken kılığına kıyafetine dikkat ediyor (ki sınıfta o an aynı durumda olan öğrenciler de bulunuyor). Pek çok üniversite öğrencisi gibi o da sigara içiyor ve yemekten sonra da bir tane yakıyor. Yemekten kalkıyor ve otobüs durağına giderken kafede kendini izleyen bir adamın saldırısına uğruyor" sonra yine soruyorum şimdi ne düşünüyorsunuz diye. Sınıfı kesif bir sessizlik kaplıyor. Sonrasında "evet hocam o kız biz olabilirdik" diyor içlerinden bazıları. 
Lerner tarafından kavramsallaştırılan "Adil Dünya İnancı"  insanların başlarına geleni hak ettikleri, mağdurun mağduriyetinin gerçekçi bir sebebi olduğu düşüncesidir diye devam ediyorum ve ilk senaryoda bu düşünce mekanizmasının nasıl hızlı bir şekilde devreye girdiğine dikkat çekiyorum. Çünkü normal, sıradan insanın kendisini dünyanın öngörülemez tehlikeleri karşısında güvende hissedebilmesi için diğerlerinin başına gelen felaketleri rasyonalleştirmesi gerekir. Temel atıf hataları içinde yer alsa da bu düşünce sistemi insanı belirsizin kaygısından koruma işlevi görür. Oysa insan ne kadar doğru, ne kadar ahlaklı, ne kadar güçlü olursa olsun bu tür felaketlerin başına gelme olasılığı  her zaman mevcuttur. Tıpkı Özgecan Aslan'ın başına geldiği gibi. Özgecan'ın vahşi bir şekilde katledilmesinin ardından da yukarıdaki senaryonun öğrencilerime düşündürdüklerine benzer düşüncelere kapılanlar hatta bunları sosyal medyada paylaşanlar oldu. Bu durumun faili olarak laik eğitim anlayışını gösterenler bile çıktı. Evet bu işin bir faili olmalı elbet. Zaten var. Ama bunu bir dine, bir inanca, bir kimliğe sığdırmak temel atıf hatası olan adil dünya inancının ortaya çıkmasına benzer bir bilişsel indirgemecilik sorununu beraberinde getirmekte. Çünkü şiddetin dini, ırkı, kimliği olmuyor. Bu vahşetin en önemli faili şiddeti meşrulaştırıp, kadını kapatmaya, sosyal hayattan izole edip "kadın annedir, yeri de evidir." , "gece yalnız dışarı çıkan kadın başına geleceklere razıdır.", "mini etek giyip, orasını burasını gösteren kadın karşısındaki erkekleri tahrik eder, tecavüzü davet eder." zihniyetidir. Bu tür kalıpyargılar kadını ötekileştirirken erkek egemen anlayışı daha da güçlendirmektedir. "Özgecan Aslan" hunharca katledilmesinin bıraktığı tarifsiz acıyla önemli bir uyanış ve bilinçlenme ışığı olmuştur pek çoğumuzun zihninde. Fark etmeden yaşayıp gittiğimiz erkek egemen düzen içinde kadının aslında var olan kendi gücünü görmesine yardımcı olmuştur. Kadına ve çocuğa yönelik istismarların her türüne karşı alınması gereken politikaların ivedileştirilmesi için baskı oluşturacak tabanı da harekete geçirmiştir. Suçluların cezalandırılması hem de en ağırından ceza almaları hepimizin en büyük isteği. Hem acılı ailesi hem de kamu vicdanının az da olsa yüreğinin soğutulması için. Ancak bu noktada "idam cezasının yeniden getirilmesi" talebinin salim kafa ile bir kez daha değerlendirilmesi gerektiğini düşünmekteyim. Çünkü adil yargılamanın henüz tam olarak tesis edilemediği bir ülkede verilecek dönüşü olmayan bir cezanın benzerlerine şahit olduğumuz şekli ile pek çok masum insana ve onların yakınlarına zarar vereceği düşüncesindeyim. Kaldı ki bu kısa vadede bir çözüm gibi görünse de arttırılmış cezalar suç fiili üzerinde her zaman aynı oranda caydırıcı olamayabiliyor. Şiddet şiddetle önlenmiyor. Kadına, çocuğa, hayvana yapılan şiddetin önlenebilmesi için bir zihin devrimi gerekiyor. "Kadının fıtratında vardır tacize uğramak"," Kadın bir çiçektir, korunmalıdır.", "Çalışan kadın yolludur.", "Tecavüze, tacize uğradıysa mutlaka kuyruk sallamıştır.", "Kızlı erkekli okumak tacize davetiye çıkartmaktır." gibi türevleşen düşünce kalıplarından kurtulmak için eğitimi işe koşmaktır. "Değerler Eğitimi" işte bu noktada evrensel insani değerler üzerine odaklanarak kadın ve erkeğin "İNSAN" ın birbirinden ayrışmak yerine birbirini tamamlayan ve hayatı biçimlendirmede ortak rol oynayan iki farklı cins olduğunun genç dimağlara öğretilmesinde işlev görmeli ve bir arada yaşayabilme becerisini kazandırmalıdır. Çünkü en önemli değer "İnsan" olmaktır. O da kolay olmamaktadır. Bu olayları fırsat bilip kadını daha çok kapatmaya çalışan; "pembe otobüsler", "ayrıştırılmış sınıflar ve okullar", "kadınların gece başında erkek olmadan dışarı çıkmaması", "kocası olmadan araba kullanmaması" gibi dünyada örneklerini gördüğümüz  projeleri ile sözde "korumak" adına fikir telakki eden zihniyetler olacaktır. Bu projeler "iyi niyetli, masumane" gibi görünse de korku ve ayrımcılık kültürünü besleyerek uzun vadede mevcut sorunları daha da arttıracaktır. Tıpkı idam cezasının yeniden gelmesini istemek gibi. 

Cumartesi, Eylül 13, 2014

Her Çocuk Özel Olmayı Hak Eder...

Ne zaman ciddi bir şekilde çalışmam gerekse kendimi bu bloğa yazarken buluveriyorum. Yine tez yazma zamanı ve yıllar sonra bloğa yazma aşkı. Ne yaman bir içsel ve bilişsel çatışmadır bu böyle. Sanırım "çok çalış, bir yere varma" sürücümden kaynaklanıyor. Yoksa farkındayım facebook çıktı, mertlik bozuldu. Yazılanlar yavaş yavaş anlamını yitirmeye başladı. Kısa olanla anlatmak daha kolay hale geldi. Ama heyhat, işte ben yine bir gece oturmuş kafamda bin bir düşünce balonuyla döküveriyorum kelimleri ard arda facebooka rağmen...
Bunun sebebi seyrettiğim bir filmin beni çocukluğuma taaa ilkokul yıllarıma götürmüş olması da denebilir aslında.
Sene 1985. İlkokulun ilk yılı. Bütün sınıf heyecanla ilk sınav notunu bekliyor. Aileler de kapıda çocuklarının çıkmasını. Ben büyük bir heyecanla çıkıyorum sınıftan, anneme koşuyorum ve "orta" almışım diyorum. Ne çok iyi ne de çok kötü, ortada olmanın iyi bir şey olduğunu düşünerek. Eğitimci olan anneme notumu söylediğimde yüzündeki ifade değişiveriyor. Ve o an anlıyorum "orta"nın yeterince iyi birşey olmadığını. İlkokul hayatım özellikle de ilk senem zorlanmalarla geçiyor. Okumakta zorlanıyorum, okuduğumu anlamakta da...Çünkü harfler anlamlı bir bütün oluşturamıyor minik zihnimde. Ya bir iki eksik ya da biraz fazla harf ekliyorum okuduklarıma. Sonunu getiremediklerimi türetiveriyorum zihnimden. Bazı rakamlar çok ama çok zor geliyor. Üç (3) nasıl yazılır çözmekte zorlanıyorum bir türlü. Üçün olduğu yerde beş, beşin olduğu yerde üçü koyuveriyorum, ve son kertede çuvallıyorum. Çalışmak istemiyorum haliyle. Anlamakta zorlandığım şeyler üstüne uğraşmaktansa anladığım oyunlar ve çizimler daha cazip geliyor bana. Bana ders çalıştırmakla yükümlü kişiler çıldırma noktasına geliyor zaman zaman. Matematikçi olan ailemde büyük bir hüsran ve hayal kırıklığı yaşanıyor haliyle. "Bu kızdan birşey olmayacak herhalde.",  "okuyup adam olacak da biz de görebilecek miyiz?" düşünceleri ile boğuşmak zorunda kalıyorlar. Bense kendi dünyamda oyunla ders arasında bir yere sıkışıp kalıyorum.
İlkokul üçüncü sınıfın sömestir tatilinde dedem ve anneannem bir kitap hediye ediyor: Hazine Adası. Üzerinde bir not: "Güzel kızım çok çalış, daha çok çalış, senin başarılı biri olduğunu görmek istiyoruz, seni her halinle seven anneannen ve deden." "Başarılarının devamı" diye yazmıyor. Çünkü o yıllarda başarı diye birşey de olmuyor hayatımda. Heceleyerek okumaya çalışan ve bu yüzden de hiç okumak istemeyen bir kız çocuğu profili. Dünya klasiklerini çizgifilmlerden öğrenen bir çocuk. Hep vasat, hep ortalama...
İlkokul öğrencileri o yaşlarda çok acımasız olabiliyor kendi akranlarına karşı. Öğretmenler de...Çalışkan ve gözde bir kaç öğrenci dışında orta ve altı alanlar sanki görünürlüklerini de yitiriyorlar ve farklı amaçlar belirliyorlar kendilerine görünür olabilmek adına.
Olmuyor tabi ailemin çok istediği o anadolu lisesi. Çünkü sınavda bir soruyu iki hatta üç kez okumak zorunda kalıyorum. Okuyamadıklarımı tahmin ediyorum. Sonuçsa sıradan sayılabilecek bir ortaokul oluyor neticede. Ama birşey oluyor o okulda. Ezberim bozuluyor kendime dair. Bir Türkçe öğretmeni giriyor hayatıma. Okumanın aslında zor birşey olmadığını öğretiyor bana. Tiyatro yeteneğimin olduğunu, kafamın çalıştığını hissettiriyor. Kitaplar hediye ediyor. Sait Faikler, Muzaffer İzgüler getiriyor önüme. Güven veriyor bana, ve kendilik değerimi yeniden kazanmama yardımcı oluyor. Biraz daha fazla çalışırsam yapabileceğimi, biraz daha fazla okursam hız kazanabileceğimi hissettiriyor.
Ortaokulda çıkıyorum başarı merdivenlerini ikişer üçer ve bir gün okul üçüncüsü olarak kürsüde tüm okulun önünde yerimi alıyorum. Ama göremiyor ne yazık ki dedem. Ömrü vefa etmiyor.
Lise yılları yine hüsranla başlıyor. Çünkü Türkçe okuyup yazmaya yeni başlamış biri olarak İnglizce'yi anadilinden hallice öğrenmemiz isteniyor bizden. Olmuyor, yine uçuşuyor harfler, kelimeler. Bir türlü zihnimde netleşemeyen anlamlar...Yine vasatın altında bir yer ediniyorum kendime sınıfta. Ne kadar çabalarsam çabalayayım o İngilizce'yi ikiden üçe çıkartamıyorum bir türlü. Gidip gelinen özel dersler de cabası. Analitik geometri denen birşeyi koyuyorlar önüme. Ben daha üçgeni, beşgeni yerleştirememişken zihnime, uzaysal birtakım hesaplamalar yapmam bekleniyor. Yine bir çuvallama öyküsü daha yaşanıyor. Ama bu sefer daha bir güvenli devam ediyorum yoluma. Çünkü yalnız olmadığımı biliyorum. Benim gibi olanların da var olduğunu...
Üniversitede Psikoloji okurken "özel öğrenme güçlüğü" diye bir sorun olduğunu öğreniyorum. Tam da beni anlatıyor, niçin bir türlü harfleri ve kelimeleri organize edemediğimi; okuduğumu tekrar tekrar okumak zorunda kaldığımı, sınavlarda yavaş ve sakin okuyarak yapabildiğimi. Aslında tembel ve vasat bir öğrenci olmadığımı, zekamda bir problem olmadığını , normal zeka düzeyindeki insanların önüne zihinsel bir ket olarak özgül bir alana ilişkin bozulmaların olabileceğini o gün anlıyorum. Sevineyim mi, üzüleyim mi bilemiyorum...Ama o zamana kadar yaşadıklarımdan ötürü biliyorum istersem ve çalışırsam yapabileceğimi.
Bu gün bir kez daha izlediğim film, bu anılarla yüzleştiriyor yine beni, ve boğazımda bir düğüm gitmiyor bunları yazana dek.
Tahmin edeceğiniz üzere o film Aamir Khan'ın Taare Zameen Par' ı yani Türkçesiyle " Her Çocuk Özeldir". Ishan elimden tutuyor  ve beni geçmişime doğru bir yolculuğa götürüyor.
Yeni yılın ilk ders zilinin çalmasına iki gün kala bunları ve kendi öykümü yazmayı bir borç biliyorum. Çünkü bundan önce, şimdiki zamanda ve bundan sonra öğrenme güçlüğü ile sınıfta kendine bir yer edinmeye çalışacak öğrenciler olacak. Şanslı olurlarsa onlar da yetenekli olduğu bir alanı keşfedebilecek ve bir gün benim gibi doktora yapma ya da iyi bir meslek sahibi olma noktasına gelebilecek. Şanslı olamaz da fark edilmezlerse kaybedenler klübünde yerleri hazır olacak maalesef...

Perşembe, Ağustos 09, 2012

YAzamadım YERİM DAR!

Yazamıyorum, yazmak istiyorum ama bir türlü yazamıyorum buraya. Olmuyor işte, kısır bir döngü içinde dönüp duruyorum. Hani kobay fareleri vardır ya, kafeslerinin içindeki tekerlekte dönüp dururlar sabah akşam, ben de öyle yaşıyorum hayatı son yıllarda. Ne demiş şairimiz "hevesim olsa param olmuyor, param olsa hevesim". Benimkinde para, zamanla yer değiştiriyor sadece. E ne de olsa vakit nakittir, ikisi de aynı kapıya çıkıyor.  
Yazamayışımın tek sebebi zaman-heves ilişkisi değil elbet. Yazacak birikimleri elde edebileceğim kaynaklarımın daralması, fiziksel gücümün azalması, zihinsel kapasitemin düşmesi, kaynak havuzumun boşalması da önemli etkenlerden bazıları. Bunlarla ilgili size bir kaç örnek vereyim. Mesela yazacak birikimleri elde edebileceğim kaynaklarımın daralması derken şunu kast ediyorum: Eskiden haber izler, gazete okur, gündemi takip eder olan bitenden haberdar olur ve bunları bir şekilde yazılarımda kullanırdım. Hiç bir şey olmasa evden işe toplu taşıma araçlarını kullanır, sonrasında yürür oralarda yaşadığım, edindiğim gözlemlerimi aktarırdım. Şimdi öyle mi ya. Ne haber izleyebiliyorum ne doğru düzgün gazete takip edebiliyorum. Eve de arabayla gidip gelince haber kaynaklarım daralıyor.
 Çocuklar T.V.'yi ipoteklemişler. Bizim evde Minika Çocuktan başka kanal seyredilmez durumda. Hal böyle olunca biz de itfaiyeci sam, bizim mahalle, little pony, damlanın dolabı, aslan danin masal treni v.b. çizgi filmlerin her çeşidini ezbere bilir; onlarla uyanıp, onlarla yatar duruma geldik. Başka bir deyişle tatlı su samurları gibi dünyadan bi haber, el göbekte çocuklarla birlikta başka bir alemde yaşar hale. Valla değil Suriye'de Türkiye'de savaş çıksa, bizim eve bomba düşene kadar fark etmeyeceğiz durumu. O derece kopuk yaşıyoruz anlayacağınız. Arada bir evin önünden itfaiye filan geçince cama, balkona çıkıp nerede yangın olduğunu kestirip yine dönüyoruz damlanın dolabına. E şimdi kalkıp little ponyde bu bölümde rainbow dash'e Twillight ve Spike güzel bir parti hazırladı desem kim ilgilenecek. Ya da damla bu gün itfaiyeci oldu desem benim ikizcanlar ve akranlarından başka büyük bir heyecanla "hadi ya!'" diyen çıkacak mı? Elbette hayır.  
Diğer bir sebebim fiziksel yorgunluklarım ve tabi ki zihinsel zayıflığım. Hadi ona da yorgunluk diyelim kendimizi fazla aşşağılamayalım. Evden çıkış saatim takriben 8.30- 90.00; eve varışım 17.00; o saate kadar işteyim ve nete girmek için fazla zamanım yok. Eve girdikten sonra ise bırak nete girmeyi popomu (kibartarak ifade ediyorum) yere koymaya vaktim yok. E üç çocuk. Üçünün de derdi ayrı çocuk. Eve girip oturmam ya da başka bir ifadeyle yatağa serilmem arasında geçen beş saatlik sürede yemek yap, üç çocuğu e bir de kendini doyur, onların gönüllerini eyle, ortalığı toparla, onları yatmaya hazırla, uyut, onlarla bir uykuya dal. Böyle bir döngü ne fiziksel ne de zihinsel enerji bırakıyor. Hele ki 4 yaşına merdiven dayamış iki afacanın bitmez tükenmez sorularına cevap vermeye çalışmak-yanlış cevap verirsen ya da fi tarihinde verdiğin bir cevaptan farklısını söylersen işi toparlayıp ne şiş yansın ne kebaba dönüştürmek işin kesinlikle en zor tarafı tabi ki. İşte tam bu saydığım sebep ve seyrettmek zorunda bırakıldığım (anne gelsene itfaiyeci sam seyredelim) çizgi filmler benim akıl sağlığımı ciddi oranda hasarlamış, bende zihinsel bir travmaya neden olmuştur. Tedavim için 3 doz Sartre, 5 ölçek Hz.Mevlana, 2 gr Calvino, 2 litre Baudrillard ve yanında da Elif Şafak, Ferzan Özpetek, Tarantino, Mad Man, How I met your mother filan olsa biraz kendime gelebilirim, en azından kaybedilmişleri bir nebze olsun yerine koyabilirim diye düşünüyorum ama şimdilik bu benim için bir hayal.
Yazmaya yazmaya bakıyorum da içimde bir dev beslemişim. Yazdıkça yazasım gelmiş, bir seferde ne çok şey dökülmüşüm. İşte bu ahvallerdir beni benden, beni yazmaktan alıkoyanlar. Bilmiyorum derdimi anlatabildim mi dostlarıma. Neyse şeytanın ayağını kırdık diyelim ve ya Allah diye başlayalım yazmaya...

Cuma, Mart 02, 2012

Şimdi Değilse Ne Zaman, Sen Değilsen Kim?


Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmuş olan 4+4+4 şeklinde kademeli olarak 12 yıla çıkaran İlköğretim ve Eğitim Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, toplumun genelini ilgilendirdiği gibi mesleki dernek olarak bizi de ilgilendirmektedir. Kanun Teklifi ile zorunlu eğitim 12 yıla çıkarılıyor gibi görünse de bu durum sözde olmaktan öteye bir anlam taşımamakta ve uygulamada zorunlu eğitimin kendi içinde bölümlere ayrılarak kademelendirilmesi ile özellikle kız çocukları açısından örgün eğitimin fiilen 4 yıla inmesi anlamına gelmektedir.

İlk 4 yıldan sonra oluşturulan açık ilköğretim ya da ortaöğretim okullarının orta kısımlarının bir seçenek olarak sunulması ile beşinci sınıftan itibaren örgün eğitime devam etme zorunluluğu kalkmaktadır. Böyle bir durum aynı zamanda eğitimin en temel özelliklerinden olan akranların bir arada etkileşimde bulunarak eğitimlerini gerçekleştirme olanağını da ortadan kaldırmaktadır. Bunun sonucunda da akranlarıyla sosyalleşmeleri kesintiye uğrayacak ve akran desteğinden yoksun kalabileceklerdir.
Zorunlu eğitimin ilk 4 yıldan sonra seçenekli olması durumunda çocuklarının eğitimlerini öncelikli hedef olarak düşünmeyen aileler eliyle çocuklar örgün eğitimden uzak kalabilecekler, erkek çocuklar için çocuk işçiliğinin, kız çocukları için de erken evliliklerin söz konusu olması nedeniyle önlemeye çalıştığımız çocuk gelinlerin sayısının da artmasına neden olabilecektir. Bu durum ise Medeni Kanunun ilgili hükümlerine ve Türkiye'nin de taraf olduğu İLO sözleşmesi ve Türk çalışma hayatını düzenleyen kanunlara aykırılık teşkil edecektir.

Kanun Teklifinde ilköğretim birinci kademesinin son ders yılında devam edilebilecek okul ve programların hangi mesleklerin yolunu açabileceği ve bu mesleklerin kendilerine sağlayacağı yaşam standardı konusunda tanıtıcı bilgiler vermek üzere rehberlik servislerince gerekli çalışmalar yapılacağı belirtilmektedir. Mesleki gelişim açısından hayal döneminde olan çocuklardan bu yaş döneminde bir üst öğrenime ilişkin karar vermelerini istemek, yanlış seçimler ve yönlendirmeler sonucunda çocuklarımızın gelecekleri yok sayılarak onların potansiyellerinden yararlanamamak anlamına gelmektedir. Diğer bir yön ise okul türlerinin farklılaşması nedeniyle azaltmaya çalıştığımız veya ortadan kaldırmaya çalıştığımız sınavların daha da erken yaşlara inmesi ve çocuklarımızın da aynı şekilde daha erken yaşta dershanelere gitmek durumunda kalmaları anlamına gelecektir.
Çocukların gelişimi açısından son derece önemli olan okulöncesi eğitimin zorunlu eğitimin kapsamı içine alınmaması büyük bir eksiklik olarak dikkat çekmektedir. Yapılan araştırmalar göstermektedir ki çocuğun psiko-sosyal, bilişsel, psiko-motor, dilsel ve cinsel gelişimlerini sağlamada okul öncesi eğitim kurumlarının önemli katkısı olduğu, okul öncesi eğitim gören çocukların bu eğitimi görmeyenlere kıyasla ilköğretimde daha uyumlu ve girişken, sosyal etkinliklerde daha başarılı olduklarını ortaya koymaktadır. Son derece önemli olan okul öncesi eğitimin zorunlu eğitimin dışında tutulması, üstelik aynı iktidar zamanında okul öncesi eğitim zorunlu hale getirilip bu Kanun Teklifi ile zorunlu eğitimin dışına çıkarılması büyük bir çelişkidir.
Eğitim toplumun genelini ilgilendiren, siyasetcilerin akşamdan sabaha alacakları kararlarla yönlendirilemeyecek kadar önemli bir konudur. Konunun taraflarının ve muhataplarının görüşlerine mutlaka yer verilmelidir. Toplum olarak da bize düşen görev, bu konuda kendisini taraf olarak görenlerin ve de eğitimin ve toplumun geleceğine ilişkin kaygıları olan örgütlerin sesini yükseltmesidir. Evet bu konudaki sorumluluğumuzu “şimdi değilse ne zaman, sen değilsen kim?” diyerek hep birlikte ortaya koymaya davet ediyoruz.

Kamuoyuna saygı ile duyurulur.
Doç. Dr. Tuncay ERGENE

Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Derneği
Genel Başkanı

Pazartesi, Haziran 06, 2011

Pavlo'nun Şarkısı

Türkiye'nin siyasi anlamda kutuplaştırılmaya çalışıldığı şu günlerde Trakya'nın Hayrabolu İlçesinden Romanes Çingelerinin dilinden duygu yüklü bir  anlatı iyi gider diye düşündüm. Okuyunca çok etkilendim ve hemen paylaşmak istedim. Romanes Çingenecesinden çeviren S.KAPLAN.
Orjinali anlayabilen için http://www.cingeneyiz.org%20'/ da


Pavlo'nun Şarkısı

 
Üç kardeş Pehlivanköy'e köprü yapmaya gelirler


Gündüz yaptıkları köprü gece olunca yıkılır.


Ne yapsalar köprü ayakta kalmaz.


Küçük kardeş Pavlo bir rüya görür


Rüyasında köprünün temeline bir kurban istenir


Bu kurbanın kardeşlerden birinin eşinin olması istenir.


Pavlo gördüğü bu rüyayı kimseye anlatmaz


Köprüyü yapmaya devam ederler.


Gündüz yaptıkları köprü tekrar yıkılır


Akşam olunca aynı rüyayı görür Pavlo


Allah'ım sen hayırlısını kıl bizim için der.


Kimselere bahsetmez rüyasından


Lakin köprü her seferinde gece olunca yıkılır.


Pavlo her gece aynı rüyayı görür.


Artık gördüğü bu rüyayı anlatmaya karar verir


Rüyasını diğer kardeşlerine anlatır.


Bunun üzerine üç kardeş karar verirler


Yarın kimin eşi erken gelirse o kurban edilecektir.


Ağabeyleri eşlerine yarın gelmemelerini söylerler.


Pavlo eşine hiçbir şey söylemez


Sabah olur köprüyü yeniden yaparlar


Öğle olunca Pavlo'nun eşi uzaktan görünür.


Eşini gören Pavlo'nun yüreği yanar.


Pavlo'nun eşi onlara başının üzerinde taşıdığı


Sini içinde yemek getirmektedir.


Pavlonun aklına küçük bebeği gelir


Şöyle dua eder:


Allah'ım bir rüzgar estir başındaki sini düşsün


Eve gitsin küçük bebeğimize meme versin.


Bir rüzgar çıkar Pavlo'nun karısının başındaki sini yere düşer.


Kadın eve döner yeniden yemek hazırlar ve geri döner.


Pavlo eşini görünce bir kez daha dua eder.


Allah'ım güçlü bir rüzgar estir başındaki sini yere düşsün.


Küçük yavrumuz var ona geri dönsün


Allah pavlonun duasını bir kez daha kabul eder.


Güçlü bir rüzgar gelir karısının başındaki siniyi alır getirir.


Kadın yere saçılan ekmekleri toplayarak


Eşinin ve kardeşlerinin yanına gider.


Pavlo'nun göz yaşları yağmur gibi düşer gözlerinden.


Neden ağladığını bilmez eşi ve Pavlo'ya sorar.


Neden ağlıyorsun Pavlo?


Bir şey söylemez Pavlo


Dili varmaz söylemeye


Eşinin elinden tutar


Gel benimle der


Yürüyerek köprünün ayaklarına gelirler.


Pavlo'nun gözünün yaşı durmaz


Neler olduğunu anlayamaz Pavlo'nun karısı


Gözlerini kapamasını söyler karısına


Gözerini kapatır karısı belinden bıcağını çeker Pavlo


Lakin saplayamaz bıçağı güzel karısının yüreğine


Nasıl kıysın,nasıl öldürsün bebeğinin anasını


Küçücük bebeği anasız ne yapar.


Yapamayacağım seni öldüremem der Pavlo


Bunu duyan karısı gözlerini açar


Ne diyorsun sen Pavlo


Neden öldüreceksin ki sen beni diye sorar.


Pavlo anlatır her şeyi karısına,


Kardeşlerinin yanına gider.


Köprüyü yapmayalım der.


Kardeşleri:bu köprüyü yapmazsak Gacolar hepimizi öldürecekler derler.


Yakarlar bizi, öldürürler hepimizi.


Tek çare bu köprüye kurban verip hepimizi ölümden kurtarmak


Pavlo'nun karısı elinden tutar kocasının


Gözlerinin içine bakararak hadi gidelim der


İkisi de ağlayarak giderler köprünün ayaklarına


Gözlerini kapatır güzel karısı


Vur bıçağı kalbime pavlo der


Öylece kalır ve çekip bıcağı belinden kalbine saplar karısının


Arkasına bakmadan ağlayarak uzaklaşır oradan


Ağabeylerine eşini köprünün ayaklarına gömmelerini söyler


Köprü kısa süre sonra tamamlanır.


Üç kardeş köyden giderler


Ne zaman rüzgar esse Pavlo'nun karısının kurban edildiği yerde


Süt akar köprünün ayaklarından..


Perşembe, Nisan 28, 2011

23 NİSAN'I KUTLAMAMAK İÇİN 23 NEDEN



“23 NİSAN ULUSAL EGEMENLİK VE ÇOCUK BAYRAMI”nı
Kutlayabilmeyi, kutlu olsun diyebilmeyi isterdik.
Ama içimiz elvermiyor.
Tüm Türkiye; siyasetçisi ile, yurttaşı ile
28 Milyon çocuğu görmezden gelmeye devam ediyorken
23 Nisan’ı kutlamak içimizden gelmiyor.
Kutlamamak için yüzlerce sebep var. İşte size 23 neden:


1- Kız çocuklarının 12 yaşında gelin, 13 yaşında anne oldukları bir ülkede,

2- Açık alanda buldukları askeri mühimmat yüzünden ölen 300’den fazla, sakat kalan binlerce çocuk olduğunu bile bile,

3- 6 yaşında okul yöneticilerinin ihmali yüzünden ölen Efe’nin ve hesabı sorulmayan Efe gibi nice çocuğun ardından,

4- Yolda annesinin elinden tutup yürürken açık bırakılan foseptik çukuruna düşüp ölen Damla’nın ülkesinde,
5- Akıl almaz ihmaller yüzünden ölen her çocuğun ardından hala “bunlar münferit olaylar” diyebilen aymazların görevde kaldığı bir yerde,

6- Çocukları masumiyet timsali ilan eden, “çocuklar geleceğimizdir” edebiyatı yapan ama bir yandan da çocukları terorist ilan ederek 12 yaşında hapishaneye gönderenlerle birlikte,

7- Kaybolan çocukların, ebeveynleri seslerini Cumhurbaşkanı’na duyuramadığı bir ülkede,

8- Bütün yıl çocukları görmezden gelip 23 Nisan’da koltuklarını göstermelik olarak çocuklara bırakan bürokrat ve siyasetçilerle yanyana,

9- Çocukların anadillerinde eğitim alamadıkları için yaşadıkları dramı görmezden gelerek,

10- Mizgin’i, Ceylan’ı, Uğur Kaymaz’ı ve nicelerini öldürenler ya cezasız kaldıkları ya da göstermelik cezalarla kurtuldukları için,

11- Çocukları en güzel yıllarında hala yarış atı gibi sınavdan sınava koşturduğumuz için,

12- Çocuklarla ilgili gündemi, onlara gördükleri yerde oyuncak vermekten ibaret olan siyasetçilerle,

13- Çocuk haklarının konuşulduğu bir toplantıda başbakanın karşısında görüşlerini açıklama cesareti gösteren iki çocuk yaka paça dışarı atıldığı ve yasadışı alıkonduğu için,

14- Reklamlarda çocuklar her gün daha fazla daha fazla kullanıldıkları ve kimse buna ses çıkarmadığı için
15- Her gün daha fazla çocuk cinsel istismara veya tecavüze uğradığı için,

16- Çocuklara karşı şiddeti engelleyemediğimiz için,

17- Okula gidemeyen bir milyondan fazla çocuk olduğunu bile bile,

18- Okula gidebilenlerin aldıkları eğitimin yetersiz ve yanlışlıklarla dolu olduğunu görerek,

19- Yoksulluk varken, yatağa aç giren çocuklar varken,

20- Hastanelerinde toplu yenidoğan bebek ölümlerinin engellenemediği, sorumluların hala bakan koltuğunda oturduğu bir ülkede,

21- Nüfusa kaydı olmayan 2 milyon çocuğun olduğunu görmezden gelip,

22- Yavaş işleyen yargı yüzünden binlerce çocuğun kapalı cezaevlerinde boşyere yattığını bile bile,

23- Yüzbinlerce çocuğun sokaklarda yaşadığı, çok daha fazlasının güvencesiz ve kayıtsız olarak çalıştırılmasına göz yumulduğu Türkiye’de,

23 NİSAN’I KUTLAMAYA UTANIYORUZ!

BU ÜLKENİN ÇOCUKLARININ

YÜZÜNE BAKABİLMEK İÇİN;


TÜRKİYE’DE GÜNDEM ÇOCUK OLANA KADAR,
23 NİSAN GERÇEKTEN ÇOCUKLARIN OLANA KADAR

23 NİSAN’I KUTLAMIYORUZ!

Gündem: Çocuk!

Çocuk Haklarını Tanıtma, Yaygınlaştırma, Uygulama ve Uygulamaları İzleme Derneği

İrtibat: 0 533 322 56 71 – 0 535 645 09 52 – 0 536 687 29 89
İncesu Cad. No: 10/3 Kolej/ ANKARA * Tel: 0312 431 50 13 * Faks: 0312 430 26 22

www.gundemcocuk.org * info@gundemcocuk.org









Salı, Eylül 14, 2010

Oyunu Kim Kaybetti?


Oylama yapıldı, oylar atıldı ve "evetçilerle" "hayırcılar" arasında kazanan belli oldu. "Evetçiler" %58 ile "hayrcıları" ezdi geçti... Pek çoğu için sonuç böyle ne yazık ki. Ne yazık ki dememin sebebi "hayırcı" olduğum için değil, yanlış anlaşılmasın. Bu sonuç "hayır" oyları lehine olsaydı da yazacaklarım değişmeyecekti. Çünkü propaganda süreci içinde meydanlarda ve medyada bu süreç her ne kadar bir yarışmış gibi gösterilse de işin aslı öyle değil. Süreç iktidarla muhalefet arasında bir düelloya dönüşmüş olsa da aslında bu ne bir yarış ne yarışma ne de bir oyundu. Öyle olmadığı için ne kazanan ne de kabedeni vardı. Olması gereken buydu belki de. Ancak hem referandum sürecinde hem de sonrasında yaşananlar, toplumu polarize etti. "Evet" grubu ve "hayır" grubu olarak ikiye ayrılan bir toplum gördük. Evetçiler hayırcıları "statükocu, askeri darbe yanlısı, geri kafalı, v.s." olarak etiketlerken, hayırcılar karşıt grup olarak gördükleri "evetçileri" "sivil darbeci, vatan satıcı, bölücü, tarikatçı, satın alınmış, iktidar yanlısı v.s." olarak etiketledi.
Doğal olarak referandum dikotomik (iki seçenekli) bir değerlendirme yapısına sahipti ve sandık başına gidenler memnun olsalar da olmasalarda, içlerine sinse de sinmese de oldukça sınırlı bir seçim yapmak zorundaydı. Bu zorunluluk onları şucu ya da bucu yapsa dahi... Seçimin sınırlılığı ve zorunluluğu hali hazırda toplumu ki kutuba ayırıyordu; bu noktoda karar mekanizmalarının daha dikkatli davranarak toplumu daha da polarize etmek yerine oylanacak yeni anayasa maddeleri hakkında bilgilendirici olması, toplumla bir araya geldikleri ortamlarda içerik açısından tatmin edici söylemler üretmesi belki daha aklı selim bir yol olurdu. Oysa bu yapılmadı ve süreç anayasa referandumu yerine seçim hazırlığı gibi kullanıldı. Sapla saman birbirine karıştı ve olası seçim sürecinden çok daha gergin bir hava oluştu.
Şimdi tartışılıyor kim kazandı kim kaybetti diye. Kimi diyor ki ana muhalefet oylarını arttırdı, iktidar rüştünü ispatladı, ikinci sıradaki muhalefet partisi başarısız oldu, boykot çağrısında bulunan muhalefet amacına ulaştı v.b. Hata bu süreci bir seçim süreci gibi algılayıp, o şekilde davranıp, sonuçları da bu bağlamda değerlendirmektir. Çünkü "evetçilerin" içinde muhalefet partilerinin tabanları olabildiği gibi "hayırcıların" içinde de ana muhalefeti hiç bir zaman desteklememiş, bundan sonra da desteklemeyecek kişilerin bulunmasıdır. Dolayısıyla bu ne anamuhalefetin başarısı ne de iktidarın gücünün ortaya konmasıdır. Sonucun bu şekilde değerlendirilmesi de hata üstüne hata yapmaktır kanımca.
Referandum dikotomik bir seçim sunmuş olsa da kişilerin düşünceleri sadece "evet" ya da "hayır"; "akla", "kara" değildir. Kişiler referandumda "evet" diyerek bir gecede "vatan haini"  olmazlar. Ya da "hayır" diyerek "darbe yanlısı". Onları o ya da bu şekilde etiketlemek, kişilerin birbirlerini etiketlemelerine neden olmak ve buna göz yummak toplum mühendisliği açısından önemli bir başarısızlıktır.

Gerek medyada gerekse sosyal paylaşım sitelerinde kişilerin kendi düşüncesinde olmayanlara yönelik hakaret ve etiketlemelerini gördükçe  de üzerinde durmamız gereken şeylerin başında bunun geldiğini görüyorum. İşte bu nedenledir ki kazanan "evet" diyenlermiş gibi görünse de aslında kaybeden maalesef bu toplum olmuştur. Aklı selim bir şekilde analiz edilmesi gereken belki de budur diye düşünüyorum naçizane... 

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails