Pazartesi, Aralık 31, 2007

2007'de de hep konuşmuşuz....

Goddesscim beni mimlemiş haftalar önce. Yazacağım diyorum hep bir şey çıkıyor bloğumu bile açamıyorum. Aslına bakarsanız benim durum "param olsa hevesim olmuyor, hevesim olsa param" durumunun zaman versiyonu gibi şu sıralar. Ya zamanım ya da hevesim olmuyor. Goddesscim mimler de ben yazmadan durabilir miyim? Elbette duramam o yüzden bu yazıdan sonra kendisinin göndermiş olduğu soruları bizzat cevaplayacağım. Ama 2007'nin son günü olması münasebetiyle arkada bıraktığımız koca bir yılda en çok neleri konuşmuşuz kısa kısa değineyim istiyorum.
Efendim malum konuşmayı seven özellikle de kahve köşelerinde, bar muhabettlerinde vatan kurtarmaktan hoşlanan bir toplumuz. Hele ki devlet, millet sohbetleri oldu mu hepimiz uzman kesilir, bazen bir stratejist bazen de ekonomist edasıyla mutemel çözümlerimizi bir bir sıralayıveririz. Hal böyle olunca ülke derdi, dünya meselesi derken bir de bakmışsınız bir sürü laf birikmiş boyuna konuşmuş ve konuşturulmuşuz. Peki neleri?
*2007'nin ilk günlerinde Ermeni asıllı gazeteci ve yazarımız Hrant Dink'in öldürülmesini. Bir taraftan yüreğimiz yanarken bir taraftan da ortalık iyice kızışmış. "Hepimiz Hrantız" diyenlerle "Hepimiz Mehmetiz" diyenlerin kutuplaşması bir taraftan Dink'in öldürülmesinin ardındaki esas nedenleri...Bu diyasporanın Türkiye'ye kurduğu bir komplodur diyenlerle, derin devletin mahsulüdür diyenlerin konuşması gibi.
* 2007'nin ilk yarısında neredeyse sadece cumhurbaşkanlığı seçimi konuşmuşuz. Öyle bir tartışma almış yürümüş ki tüm basın yayın organlarının iki haberinden biri bu konuyla ilişkilendirilir olmuş. Cumhurbaşkanın kim olacağından tutun da eşi türbanlı olursa ülkeyi nelerin beklediğine dair senaryolar bile kurgulanmışız. Cumhuriyet elden gidiyor nidaları eşliğinde korkularını meydanlara taşıyan bir kesim kendini laik devletin tek muhafızı olarak görürken adeta denize düşen yılana sarılır misali "nerede bu ordu", "nerede muzaffer komutanlarımız" diyerek yolları arşınlamış. Tabi ülkeyi dalga dalga saran bu miting endüstrisinden en karlı çıkanlar da buzlu su yanında bayrak satanlar olmuş...

"Halkın uyanışı" olarak nitelendirilen bu mitingler bir rüya misali gök kubbe altında hoş bir seda olarak yerini almış...

*Sonra bol bol türbanı konuşmuşuz. Cumhurbaşkanın eşi türbanlı olur mu olmaz mı onu tartışmışız.

*Cumhurbaşkanı o olmasın bu olsun, yok o da olmasın ben olayım derken tartışmalar yerini seçimlere bırakmış. Sonrasında da 367 tartışmalarına. İktidar kuvvetleri inadım inat .............. derken muhalefet kuvvetleri de tencere dibin kara benimki senden kara diyerek ortalığı iyice kızıştırıken Cumhur olan bizler de 367 yeter sayı mıdır, asil sayımıdır yok yok asal sayı mıdır onu konuşmuşuz? Neticede ülkenin başbakanı Anayasa Mahkemesinin çektiği şut ağlara takılmadan önce hamlesini yaparak 367' yi seçime bağlayıvermiş.

*Isınan hava genleşir kuralından feyz alan politikacılar (siyasetçi demeye elim varmıyor) miting meydanlarını ısıtırken seçimden çok "küresel ısınma" konuşmuşuz. Zira seçimlerin nasıl sonuçlanacağını zaten biliyormuşuz. Bay Baykal hariç.

*Arada boş durmayıp yine türban konuşmuşuz. Bir de DP'nin ikinci kez tarih sahnesine çıkamadan tarih olan halini.

* Cumhur olarak e- muhtıraya cevabı 22 Temmuz'da vermişiz vermesine de AKP'yi yeniden tek başına iktidara taşıyarak "istikrar" kelimesinden ne anladığımızı da maalesef ortaya koymuşsuz. Mitinglerdeki kafa sayısına güvenerek dersine çalışmadan sınava giren CHP bu işten yine avucunu yalayarak çıkmış... CHP ve yandaşları biz nerde yanlış yaptık diye konuşurken işin içinden nasıl çıkacağını bilememiş. Elbette Baykal hariç.

* Seçim rüzgarı eserken ülkemizde biz sık sık türban konuşur olmuşuz. Bir de günden güne kuruyan barajlarımızı.

*Seçim bitip eski-yeni meclis sıraları doldurur doldurmaz DTP ile MHP'nin tokalaşmasını. "Eski köye yeni adet" mi geldi derken bir de bakmışız ki ülkemizde herşey"eski tas eski hamam".

*Meclis göreve başlar başlamaz cumhurbaşkanının kim olacağına dair tartışmalarımıza kaldığımız yerden devam etmişiz. İnadım inat diyen hükümet bir önceki kararından vaz geçmeyerek ne kadar istikrarlı (?) olduğunu göstermiş görmeyen gözlere. Yanına aldığı çelik kuvvet sayesinde 367 barajını sağlam bir şekilde aşarak bir zamanlar hariciye nazırı olarak görmeye alıştığımız Gül'ü Çankaya'ya uğurlamış.

*Bu esnada Hayrünisa hanımın türbanın Çankaya'ya yakışıp yakışmayacağı konuşulmuş kulislerde ve elbette trübinlerde.

*Türkiye Ilımlı İslam Cumhuriyet'i olur mu olmaz mı derken konuştuklarımız Malezya'ya kadar ulaşmış. Dost ve kardeş ülke Malezya bu işte bir gariplik olduğunu düşünürken bayram tatillerinde gidecek yer arayan cebi şişkin vatandaşlarımızın ülkelerine yönelmesi şaşkınlıklarının yerini memnuniyete bırakmış.

*Cumhurbaşkanı seçildi sular duruldu derken bu sefer de Fırat ve Diclenin geçtiği vatan topraklarından gelen acı haberler ülkeyi sadece kızıştırmakla kalmamış ulusal kızgınlık dalgası sınırların dışına kadar taşmış.

*Yürekleri dağlayan şehit cenazeleri terör örgütü ve yandaşlarına karşı adeta gövde gösterisine dönüşürken konuşmaktan yorulmayan bizler harekat planları yapaktan da geri kalmamışız. Emekliye ayrıldığını düşündüğümüz paşalara da strateji uzmanı olarak o kanal senin bu radyo benim konuşma fırsatı doğmuş. Ancak ülkemde yaşam pek çokları için daha da zor bir hal almaya devam etmiş.

*Konuşmalar yerini planlara bırakmış. Sonra da harekatın kendisine. Bu sefer de F16'ların yakıt ikmalini, bombayı sallayışını, yerlebir edilen karargahları konuşmuşuz.

*Bu sırada yağmurlar yağmaya barajlar da dolmaya başlamış. Ankara ve İstanbul'un su sorunu yerini sel sorununa bırakırken yaz aylarında yağmur duasına çıkan bizler ansızın bastıran yağmura hazırlıksız yakalanmanın cerebesini çekmişiz. Bir de bol bol konuşmuşuz. Yağan yağmuru, akan kanı, ebemin türbanını...

*2007 bitmiş gitmiş ama konuşulacaklar bitmemiş...2008'de savaşı, harekatı, şehitleri, ılımlı İslam'ı, felaketleri, TL karşısındaki dolar paritesini, küresel iklim değişikliğini, açlığı, yoksulluğu, sefaleti değil de Bülent Ersoy'un aşklarını konuşabilmeyi diliyorum... Hepimiz için iyi bir yıl olması umuduyla.

Cuma, Aralık 14, 2007

GRACIAS PER TUTTO

Tezinizi bitirmenize haftalar hatta belki de günler kala artık kelimelerin gözünüzün önünde dönmeye başladığını fark ettiğiniz; yazıların -hele ki başka bir dilde ise- üstünüze üstünüze geldiğini hissettiğiniz; bloğunuz da dahil hiç bir şey yazmak istemediğiniz; bir dostunuz kendini ihmal ettiğiniz hissi ile sitemlerini belirtirken ona mektup yazmaya bile imtina ettiğiniz; kendizi boş ve amaçsız bir insan olarak hayal ettiğiniz bir anda bir dostunuz sırf sizi mutlu etmek için elinde sarı bir gülle geliyorsa işte buna "Gracias a la vida per tutto" dersiniz.

Pazartesi, Aralık 10, 2007

Yaşamın Kıyısı'na ilişkin psiko-edebi bir analiz...

S ile yapmış olduğumuz Yaşamın Kıyısında tartışmasını daha doğrusu fikir telakkisini bir önceki yazımda getirmiştim huzurlarınıza. Şimdi de S'nin o muhteşem analizini getirmek istiyorum. Ulusal bir basın/yayın organında yayınlatmasının çok iyi olacağını defalarca söylememe rağmen öncelikle bu gariban sitede yer almasını istediği için S'ye teşekkür ediyorum. Okuyunca benim gibi anlatımına ve analizlerine hayran kalacağınızdan eminim. Aklına, yüreğine, kalemine sağlık...
Yaşamın kıyısında: Serseri gülüşlü bir adamın eller cepte, mutlu mesut dolaştığını görerek dalıveriyoruz filme. Ali muhtemelen Almanya’ya Türkiye’den ilk göç dalgasıyla gelmiş, hayatını gurbet ellerde kurmuş bir emekli; kökleri ise hala ülkesinde, karadenizinde. Filmin Almanya’da yaşayan gurbetçi kahramanlarının dillerine yerleşen yarı ağızlar (yarı Türkçe yarı Almanca) gayet gerçekçi..burada aklımın kıyıları yine bir kelimeye takılmadan edemiyor: gurbetçi..Gerçekten de ne gittiği ve ekmek yediği ülkede, ne de doğup büyüdüğü ülkede bir yeri olan, kendini bir yere ait hissetmenin dayanılmaz ağırlığını ardında bir türlü bırakamadığı ülkesinin bilmem ne zamanlarda kalmış değerlerine sıkı sıkıya sarılarak hafifletmeye çalışan insanlar..Aslında hangi kıyıya vursalar yabani bir ot misali bitiverme kaderine mahkumlar sanki. O yüzden de bir para babasının ağzındaki Havana puroları gibi eğreti duruyor üzerilerine geçirdikleri medeni ülke kıyafetleri. Hasretliğin en dibine vururken, evlat uğruna bırakamadıkları ve hiçbir zaman kendilerini ait hissedemedikleri bir kültüre alışmak zorundalar. Bir ülkenin ısrarla hiçe saydığı azınlık mensubu değil onlar; bir olamamış, yabancı kalamamış,a sı üstünde işte..gurbetçi..nereye gitseler adları bu..
Filmde aslında kıyısından (yaşamlarının kıyısından) tanık olunan hikâyelerin hiçbirine dâhil olunmasa da, hepsinden birer parça almak mümkün, kendi hayatlarımızın eksik kalan yerlerine yapıştırmak için. Fazla hızlı ilerliyor hikâyeler, yetişmek için zaman algımı biraz zorlamam gerekiyor. Zira “bugün ila yarını”, “bugün ile bir yıl sonrasıyla” karıştırabiliyorum. Şanslı tesadüfleri sonucu birbirini bulan bu insanların öyküleri beni tam da içlerine almasa da, gözlerinin önündekini görebilmekteki basiretsizlikleri bana kendi hayatımdaki kaçırdıklarımı hissettiriyor; hatta birer toplu iğne başı gibi batıveriyor zihnime. Herkes (belki kendi hayatlarından kurtulmak, belki o sorumluluktan kaçmak için) başkalarının hayatlarına dâhil oluyor ve onların peşi sıra sürükleniyor. Bunun kötü ve olmaması gereken bir şey olduğunu savunduğumdan değil elbet; ancak ihmal edilenlerin acıları gelip de dank edince kafalara o zaman da iş işten geçmiş oluveriyor. Kaç tane geç kalmışlık eklemek gerekir ki bir hayata ya da kaç kere pişman olmak gerekir ki? Peşinden sürüklenilen şey yaşayamadıklarımız mı yoksa yaşatmak istemediklerimiz mi? Bu kadar bencil olabiliyor insan; hatta bazen diyemeyeceğim bir zaman zarfı içerisinde. Film bu pişmanlıkları çok acımasızca cezalandırıyor: ölüm…
Kızının kendi yaşadığı yoldan gittiğini bir türlü kabullenemeyen ve nedense onu engelleme çabasına düşen bir anne var filmde; alman kız Lotte’nin annesi. Belki de aslında bu şekilde davranarak, yaşlanmayı kendine yediremiyor, kızının diriliğini kıskanıp bunu itiraf edemiyordur. Annenin kızını anlayabilmesi için kızın ölmesi gerekir. Bu sefer anne ve kız yer değiştirir, anne kızının peşinden gider. Onun yarım bıraktığı tazecik hayatı omuzlar ve hayallerini gerçekleştirir. Bu aynı zamanda annenin de kurtuluşu olur.
Ona doğduğu andan itibaren hem baba hem de anne olan babasına; yani Ali’ye benzemeyen, onun bu kadar vurdumduymaz ve hayta olmasına duyduğu üzüntü, ona benzemediği için duyacağı sevinçten daha kuvvetli olan bir oğul; Nejat. Köklerinden gelen o Karadeniz hırçınlığı yoktur Nejat’ta. Katı bir Alman disiplini ve terbiyesi içindedir; babasını sanki başka bir ihtimal olmadığı için kabullenmek zorunda kalmıştır. Sevmediğinden değil ama sevdiğinden de emin olmayarak. Öyle ki, yaşını başını almış babasının bir fahişenin peşinden gitmesini anlayamaz da; sırf kızına para gönderebilmek için fahişelik yapan Yeter’e şefkat gösterebilir. Bu tam da gözünün önündekini görmez insanoğlunun, tanışından esirgediği sevgi ve anlayışı yabancıya bahşetmesinin aymazlığıdır aslında. Nejat sonunda hayatın bu kadar da kurallardan ibaret olmayacağını, bazen ara sokakların da bir hayatı katlanabilir kılmak için gayet tercih edilebilir bir yol olduğunu anlar ve babasının peşine düşer. Affederek rahatlar belki de. Filmin en rahat yapılan eylemini gerçekleştirir ve yollara düşer. Hepimiz anlayamadıklarımızla mı sağlıyoruz bu ruh sağaltımını ne?
Yeter ise, bir annenin her ne olursa olsun sırf kızı okusun diye verdiği yabancı topraklardaki hayat kahramanıdır. Belki de ancak bu kadar anlamlı olabilirdi ona atfedilen bu “hayat kadını” tanımı. Türkiye’de bir sol fraksiyonda örgütlü mücadele veren kızı Ayten, ayakkabıcıda çalıştığını sanmaktadır. Ayten ona giden her ayakkabının alınabilmesinin altında yatan nedeni bilse acaba onu, uğruna mücadelesini verdiği o insanlar kadar iyi anlayabilecek miydi? Sahi Ayten peşinden koştuğu (belki filmde denildiği gibi sadece kavga etmeyi sevdiği için) değerleri anladığını düşündüğü kadar iyi anlayabilir miydi annesinin hayatındaki gerçeği? Burada Özpetek’in cahil Periler filmine atıfta bulunmak gerek diye düşünüyorum. Bilinmeyenin verdiği mutluluk ne kadar sahici bir mutluluk olabilir? Acaba hepimiz sevdiklerimizin üzülmesindense onları cahil periler gibi mi görmek istiyoruz? Yani Ayten annesinin fahişe olmadığını bilirse, o paraları ona nasıl gönderdiğini bilmezse daha mutlu olacak. Peki ya bunun için ödenmesi gereken bir bedel olmayacak mı? Acaba bu gerçeği bildiği takdirde okuluna daha sıkı sarılmayacak mı? Daha adil bir hayat için sokaklarda kendini tehlikeye atan Ayten, annesinin verdiği bu mücadeleyi anlayabilecek mi? Sorular böylece sürüp gider. Ayten belki de hayatında ilk defa birinin kendi için bir fedakârlık yaptığını görüyor ve maalesef bu annesi değil de o alman kız oluyor; Lotte. Lotte’ye o yüzden bu kadar sarılıyor. Birlikte omuz omuza yürüdüğünü düşündüğü yoldaşlarından göremediği ilgiyi ve yardımı bir garip alman kızdan görüyor ve dostluğu da sevgililiği de yaşayıveriyor. İşte filmin tam bu noktasında bende ipler kopuyor çünkü Ayten’in örgütlü mücadeleden hippi bir yaşama geçişini pek sindiremiyorum. Tasvip etmediğimden değil, geçiş ağır geliyor sadece. Sanki arada daha çok şey olması gerek gibi geliyor bana, biraz daha sancılı olmasını bekliyorum o sürecin. Daha doğrusu bunun bir süreç olmasını bekliyorum aslında. Bellik ki mücadelesine sarılış, bir boşluğu doldurmak için, belki yönetmenin vermek istediği mesaj budur. Ama bana y,ne de fazlasıyla kaygan bir zeminmiş gibi geliyor.
Filmdeki yol hikâyeleri de başlı başına bir kurgu oluşturuyor aslında. Her insanın yola çıkma hikâyesi farklı ve bu yollar artlarında hep bir hayat bırakan cinsten, hem de tam ortasından! Küçük bir çağrışım, bir kavrayış hemen yola sürükleyebiliyor kahramanları. Aslında bence filmin gerçekliğe en uzak düştüğü yan bu; daha doğrusu benim gerçekliğime. Çünkü her şeyi bu kadar kolaylıkla bırakıp, atlayıp başını gitmek, imkânsız olarak kalıplaşmış bir imge bende. İşte bu yüzden bu sahneler bana aslında bir film izlediğimi hatırlatıyor; her ne kadar müzik eşliğinde yapılan o yolculuklar inanılmaz çekici gelse de..
Filmin sonu ise en sevdiğim yer oluyor. Nejat’ın babasını beklerken oturduğu kıyıdan gördüğümüz deniz, içeriye doğru kıvrılmış iki koyun arasından görünen dar bir boğaz..yaşamın kıyısı sanki..sahip olduğumuz hangisi peki; o boğazın ardındaki mi, kıyıya vuranlar mı? Yoksa denize ucundan kıyısından sahip olduğumuzu zannederek bir yanılgıya mı kapılıyoruz hep beraber?
Suna Çöğmen

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails