Çarşamba, Mayıs 28, 2008
Just A Perfect Day, The Animals In The Zoo!
Ezgi bu günün herkes için güzel geçmesini diliyor. En azından bu gün umurumuzda olmasın ne insanın kendine ve doğaya ne de doğanın insana yaptığı felaketler, dibe vuran ekonomiler, hayat pahalılığı, patronun kaprisleri, yaşamın zorlukları diye bir dilekte bulunuyor ezgi. Şöyle bir gerinin ve cıvıldaşan kuşları, taze açan çiçekleri seyredin diyor.
Özellikle de kendi için diliyor tüm bunları.
Zira bu gün yaklaşık bir yıldır ezginin emekleriyle beslenip büyüyen tezi görücüye çıkacak. Başka bir anlatımla bir Çarşamba günü dünyaya gözlerini açan Ezgi, yine bir Çarşamba günü kendinden bir parçayı dünyaya getirecek. Yaptığı işe güvenerek.
Bu güzel günün hatrına Lou Reed söylüyor. Perfect Day...
Salı, Nisan 22, 2008
Kabettin mi Görkemli Kaybedeceksin
L. Cohen sadece usta bir şair ve karizmatik sesli bir müzik adamı değil, aynı zamanda iyi de bir yazardır. Ustanın bilinen en ünlü kitabı "Görkemli Kaybedenler" kült bir edebi eser olarak Cohen sevenlerin belleklerine kazınmıştır. İşte bu kült kitap son günlerde benim de sık sık aklıma gelmeye başladı. Kişisel olarak yaşadıklarım, toplumca yaşadıklarımız ne yazık ki her seferinde Cohen'in Görkemli Kaybedenler'ini hatırlatır oldu bana. Önce son derece ilginç Expo 2015 hezimeti, ardından Fenerbahçe'nin Chelsea karşısındaki yenilgisi... Listeyi uzatmak her daim mümkün ama bunlar en çok aklıma takılanlar. Görkemli Kaybedenler'i en çok hatırlatanlar.
Yenilen ama bir türlü yılkılmyan bir toplumuz vesselam. Yenilgiye alışkın bir toplum olarak toplumsal panzehirlerimizi üretip akıl olmasa da en azından duygusal sağlığımızı korumayı beceriyoruz. Erken sevinip, büyük umutlar bağlayıp sonra bolca üzülüyor, hemen ardından şöyle ele gelir bir günah keçisi bulmaya çalışıyoruz. Bulduk mu da yakasını paçasını al aşağı ediyoruz. Bu konuda gayet başarılıyız. Expo'da yıllardır ortaya koyduğumuz başarısız dış politikaya değil de bir iki kişinin yetersiz çalışmasına bağlıyoruz hezimeti. Sanki bir iki kişi elinden geleni yapsa işi bağlayacakmışız gibi. Karşısında ezik hissettiğimiz Avrupalı'ya kendimizi sevdirmeye çalışırken Afrikalı ve Asyalıları pas geçen biz değilmişiz gibi.
*********************************************
Toplumcak başarıyı kendimize, başarısızlığın nedenlerini ise ötekine atfetmeye bayılıyoruz. Özellikle de Allah'a. Yenilgi listesi kabarık bir toplum olduğumuz için bizden çektiği kadar başka toplumlardan çekmemiştir herhalde Allah. Allah'ın takdiri buymuş, ne yapalım hayırlısı böyleymiş, yenildik ama gururluyuz, önemli olan yarışmak değil katılmaktı, bu yabancılar zaten bizi sevmiyor gibi kalıplaşmış laflar toplumsal lügatımıza öyle bir yerleşmiş ki kişisel başarısızlıklarımızda bile rahatlıkla kullanıyoruz. Hep bir kılıf arıyoruz başarısızlıklarımıza, hep bir bahane. Oysaki gerçek biz görsek de görmesek de, kabul etsek de etmesek de değişmiyor. Yeterince iyi, yeterince sabırlı, yeterince dikkatli, yeterince çalışkan değiliz. Bir işi elimize aldığımızda yeterince çaba gösterme gereği duymuyoruz. Aşağılık kompleksine eşlik eden kendini yüceltme ihtiyacı bizi yanlış ayna seçimlerine, hatalı algılamalara yöneltebiliyor. Kendimizden zayıf gördüğümüz toplumlar karşısında dev aynasında, kendimizden güçlü gördüğümüz toplumlar karşısında ise aynayı küçültüyor, güdük ve ezik bir toplum olarak görüyoruz kendimizi. Çarpık algılarımız yaşantılarımızı, çalışmalarımızı ve beklentilerimizi etkiliyor. Ve her kaybediş özellikle de görkemli olursa yeni bir yenilgiyi beraberinde getiriyor.
Etiketler:
expo 2015,
fenerbahçe,
görkemli kaybedenler,
kaybediş,
L.Cohen,
yenilgi
Perşembe, Mart 27, 2008
Muhsin Ertuğrul'dan Simavnalı Şeyh Bedrettine! Kıssadan Hisse Tiyatro Şart
Ön not: Bu yazıya 27 Mart'ta başlamıştım ama bir türlü tamamlayamamıştım. Malum memleketin hali ortada. Bu ülkede her gün gerçekten de yeni bir gün. Maaşallah hareketli yaşantımıza diyecek yok. İç politika öyle bir hal aldı ki, bazen kendimi lunaparkta hızlı trende (bkz ing. roller coaster) çığlıklar içinde giden biri gibi hissediyorum. Bu çok normal değil mi? Her an herşey olabiliyor. Bir gün bakmışsınız sınırın öte tarafına geçivermiş askeri birlikler, başka bir gün işimiz bitti deyip hooop dönüvermişler, bir gün türban değişikliğini kapsayan anayasa tasarısı onaylanıvermiş, bir gün demokrasi denilen şey dillere pelesenk olmuş, ertesi gün unutulup başka yollara sapılmış, başa bir gün biri iktidar partisine kapatma davası açmış, iktidar partisi benim elim elma toplamıyor ben de yine anayasayı değiştiririm deyip kolları sıvamış (ama nedense sadece kendilerine Müslüman oldukları için kendinden gayri partilerin kapatılma ihtimallerine pek de oralı olmamış), operasyon kapsamında göz altına alınan gazteciler, eski rektörler, parti liderleri olmuş, borsa düşmüş, altın çıkmış, elde avuçta olmadığı halde hane halkı başına düşen gayri safi milli hasıla beklenenden artış göstermiş, en kritik kadrolar akşamdan sabaha değişivermiş, vs, vs,vs... Milletçek hepimiz adrenalin topları gibi geziyoruz. Adrenalin depolamak için ekstrem sporlara ihtiyacımız da pek olmuyor o yüzden. TV'yi aç, haberleri izle, yeterince adrenalin depola, uygulama bu kadar basit yani.
Uzunca bir ön notun ardından mevzu bahis 27 Mart gündemine gelelim. Malum ben bu yazıyı yayınlamadan bir kaç gün önce Harbiye'deki Muhsin Ertuğrul sahnesi uzunca bir süreliğine kapatıldı. Bizim memlekette alış veriş merkezleri tiyatro salonlarından daha bir değerli görüldüğü ve vitrin izlemek tiyatro izlemekten daha zararsız (başka bir anlamda yararlı) bir etkinlik olarak değerlendirildiği için emektar sahnenin yerine bir alışveriş merkezi, merkezin içine de bir sahne yapılması uygun bulundu. Kısaca büyüklerimiz böyle taktir etti ve dünya tiyatrolar haftasında bir tiyatroya yapılabilecek en büyük kötülük de milli tarihimizdeki yerini aldı. Tiyatronun çok sevildiği ve en azından halkı tarafından gerekli değerin verildiği bir kentte yaşıyor olduğum için kendimi şanslı adlediyorum. Ancak ne yazıktır ki böylesine sevildiği halde bir devlet ya da şehir tiyatroları yok bu kentin (eskiden şehir tiyatroları için güçlü girişimler vardı, iyi oyunlar da hazırlanırdı, ne yazık ki mahalli idareciler onu da bitirdi). İzmir devlet tiyatrolarından beslenen, geldiğini boş göndermeyen bir yer.
Geçtiğimiz hafta da İzmir Devlet Tiyatroları Simavnalı Şeyh Bedrettin oyununu sergiledi kentimde. Beklediğimden iyi bir kurguya sahip, oyunculuklar biraz bağıran ama herşeyden öte inanılmaz müziklerle bezenmiş iki perdeli müzikli bir oyundu. Müzikler olmasa biraz kuru kalabilirdi ancak öylesine profesyonel bir müzisyen topluluğu vardı ki...Konu malum, Şeyh Bedrettin resmi tarihimizde "dini yozlaştırıyor" görüşü ile idam edildiği anlatılan, bize Osmanlı'nın ilk isyankarı gibi gösterilen bir çeşit kominist. Oysa aslında kendisi halk için halkın egemeni olan devlete karşı koyan, inançları ve idealleri uğruna ölümü göze alan bir bilge. Oyun elbette ki tarihsel bilgileri barındıran ancak resmi tarihe pek de ehemmiyet vermeyen bir anlayışla hazırlanmış. Şeyh Bedrettin'in bilge yönül ön plana çıkartılmış. İşin ilginç yanı konu o kadar güncel o kadar tarih üstü ki. Sanki giyim kuşam dışında farklılaşan hiç birşey yokmuş gibi. Güç sahibi olanlar, güce yakın olup iktidardan beslenenler ve de elbette ki güçten bir hayli yoksun olup ezilenler... "Mülk halkındır" diyor Şeyh Bedrettin "mülk halkın"... Bugün dahi mülkün kimde olduğu belli...Onun içinde de halk yok maalesef, halk eline geçen üç beş kuruşla bir ev bir arabam olsun, bankadan kredi çeker ömür billah öderim düşüncesinde.
Son söz: Oyunu izlemenizi şiddetle öneriyorum. Taze beyinlere bir soru işareti, gençliğinin son demlerini ve orta yaş krizini yaşayanlara ise hoş bir seda bırakacağını, idealist duygularını perçinleyeceğini düşünüyorum. Kıssadan hisse oyunundan çıkan bir teyzenin deyimi ile "bu seyirci tiyatroya aç!". Allah sanata aç bırakmasın. Amin.:)
Cuma, Mart 14, 2008
Boykottayım litfen ama litfen rahatsız etmeyin!
Yaklaşık 20 dk önce iş bırakma eylemine başlamış bulunuyorum. 12'ye kadar takılacağım nette, orda burda. Gerçi hali hazırda raporlu olup da işe giden bir insanın eylemi ne kadar ciddiye alınır onu bilemiyorum, kaldı ki bizim meslekte. Ama olsun ben yine de kendi çapımda eylemimi yapıyor, bunu da nahan da burdan önce sosyal güvenlik yasasını çıkartmaya niyetli tek yürek tek bilek hükümete sonra da tüm dünyaya haykırıyorum. Küresel olarak anlaşılması bakımından da"I'm boycotting draft form of new social security law!" diyorum.
Geçen gece CNBC-e'de Ken Loach imzalı "Ekmek ve Güller" (Bread & Roses) filmi vardı. Hani bu kadar denk düşebilir diye düşündüm izlerken. İki gün sonra memlektte işçilerin, memurların kısaca emeği ile yaşayan insanların, insanca yaşama (kaldıysa) kaygıları nedeniyle yapacakları bi eylem hazırlığı varken Amerikan bağımsız sinemasının bu harika örneğinin gösterilmesi ayarlasan olmayacak türden bir rastlantı.
Filmde göçmen yoğunluklu işçilerin çalıştığı bir temizlik şirketinde sağlık sigortası, emek karşılığı ücret gibi en temel ihtiyaçların karşılanması için sendikalaşma sürecine giren işçilerin öyküsü anlatılıyor. Amerika'nın adalet anlayışı içinde sömürülen bu insanlar sonunda mücadelelerini kazanıyor.
Ben de aynı umutlarla bu gün eylem yapıyorum arkadaşlar.
RTE'nin dediğine göre bu yasa hali hazırda çalışanları etkilemeyecek, kazanılmış hakları kaybettirmeyecekmiş. Yasa kabul edildiği taktirde 2028'de işe başlayacakları kapsayacakmış. Ben de diyorum ki valla ben kendi adıma bir şey istiyorsam namerdim sn. RTE. Ben doğuracağım 3 çocuğumun haklarını düşünüyorum. O yavrucuklar sürünsün mü?
Etiketler:
boycotting,
boykot,
bread and roses,
ekmek ve güller,
eylem,
iş güvenliği
Pazar, Mart 02, 2008
Yeni İş Güvenliği Yasasının Düşündürdükleri(?)
Bir taraftan tez bir taraftan sağlık problemlerim nedeniyle bir ayı aşkın bir zamandır yazmak gelmiyordu içimden. Ama bu bloğu oluşturmamdaki asıl amacın ne olduğunu düşündükçe tembellik etmem gerektiğini, ne olursa olsun yazmaktan vaz geçmemem gerektiğine karar verdim. Zira başından beri burada bir şekilde karnımı ağrıtan ya da aklımda iz bırakan konuları ele almaya çalışıyorum ve son zamanlarda da karnımı ağrıtacak yeterince vukuatla karşılaşıyorum ülkemde.
Beni kaygılandıran, kaygıdan öte korkutan pek çok hadise yaşanıyor son zamanlarda. Sanmayın ki türbanla ilgili döktüreceğim, verip veriştireceğim. Ben türbanın bizleri daha da aptallaştırmak için ortaya atılmış bir icraat olmaktan öte bir amaç taşıdığını düşünmüyorum açıkçası. Çünkü biz zavallı insancıklar türbanlı üniversite olur mu olmaz mı diye tartışıp, kaygılanıp, bunun da ötesinde birbirimizi kemirirken birileri saman altından su yürütmeye devam ediyor ve biz tüm bu olanları gazetelerin 9. sayfalarında küçücük sütunlarda görebiliyoruz ancak.
Bakın yeni sosyal güvenlik yasası kapsamında hükümet, işverenlerin işçilerine yemek, ulaşım, yakacak, giyim, konut, eğitim v.b. gibi sosyal yardımlarını prime bağlamayı düşünüyormuş. Tüm bu sosyal yardımlar çalışana nakden ödense dahi devlete prim ödenecekmiş. Hatta işçi sağlığı ve iş güvenliği kapsamında alınan önlemler dahi primleştirilecekmiş. Tüm bu yardım ve sosyal hizmetler prime esas kazanca dahil edileceğinden işverenin prim yükü 2 ile 4 kat artacakmış. E ne olmuş işveren nasıl olsa yüküyle para tutuyor primi artsa ne olur demeyin. Çünkü olan yine emekçiye, yine dar gelirliye olacak. İşverenler bu primleri ödemek istemeyecekler haliyle, ve bunun faturasını sosyal hizmetlerini, yardımlarını kısarak işçiye ödetecekler. Zaten vergi yükü altında ezilen, zor koşullarda üç kuruşa çalışan işçi yine kaybedenler sınıfındaki yerini sağlamlaştırmak dışında bir şey yapamayacak.
Bir tek bununla da kalmayacak. Bakın özel hastaneler devlet kurumlarıyla yaptıkları sözleşmeleri bir bir iptal ediyorlar. Önümüzdeki günlerde devlet hastanelerinin de özelleştirilmesi gündeme gelecek. Artık bütün hastaneler özel hastane sınıfına geçeceğinden primini yüksekten yatıran iyi hizmet (iyi de göreceli bir kavram gerçi) alırken düşük prim yatıranlar her zamanki gibi hastane kapılarında sürünmeye devam edecek. Bunlar toplumsal açıdan tehdit oluşturacak, endişe verici gelişmelerdir dostlarım. Hükümet sosyal devlet olmaya çalıştığını iddia ediyor. Bu iş dar gelirliye kömür, yemek dağıtmakla olacak şey değil. Sosyal devlet olmak kömür dağıtarak değil, insanların o kömüre muhtaç olmamalarını sağlayarak olabilir ancak. Sosyal yardımlar hükümetin tek elinde değildir. Ama görünen o ki bu çalışmalarıyla insanların gözünü boyayıp prim kazanan hükümet aslında primleri arttırıp insanları daha da muhtaç hale sokmaya çalışmaktan öte bir amaç gütmüyor. İşverenler zor durumda, Denizli'de en eski, en köklü işletmeler, binlerce kişiye istihdam sağlayan kurumlar bile kapanma yolunda. Bu ilde çalışanların pek çoğu 4 aydır hak ettikleri maaşlarını bile alamıyorlar. Hırsızlık her geçen gün artan bir sorun olarak önümüzde duruyor.
Özelleştirilen, vasıfsız kabul edilen orman arazilerini, tuzladaki işçi ölümlerini, kayıtsız iş gücünü, ruhsatsız işletmeleri saymak dahi istemiyorum.
Hal böyleyken biz hala türbanı konuşabiliyorsak ne diyebilirim bizi gerçekten aptallaştırmayı iyi beceriyorlar.
Pazartesi, Ocak 28, 2008
Bizim Legolarımız vardı.
Bugün bir vesileyle Google'ı kullananlar Lego'nun 50. yaş gününü kutladığını görmüştür benim gibi. Sonra da belki hayallere dalmıştır. Çocukluk hayallerine. Lego'nun bizim kuşağa özgü bir oyuncak olduğunu zannediyordum 50 yıllık geçmişini öğreninceye kadar. Meğer bizden önce üç kuşak daha büyütmüş mimar, mühendis hatta inşaat ustası olma hayalleriyle. Başlığa aldanıp Yılmaz Erdoğan üslubunda bir yazı olduğunu düşünmeyin sakın. Zira içinde biraz bilgi, biraz da tarih olsun istiyorum bu yazının. Mesela Lego'yu icat eden kişinin Danimarka'lı Ole Kirk Christansen olduğunu, aslında tarihinin 50 yıldan da eski olduğunu ve Lego kelimesinin Danca "LEg"(oyna) ile "Godt"(iyi) kelimelerinin birleşip kaynaşmasından oluştuğunu bilmeyenlere aktarmak, bilenlere de anımsatmak gibi...
1932'de başlamış Lego'nun yolculuğu. Christansen ahşap oyuncaklar için küçük bir fabrika kurmuş. Fabrikasının ismi için her ne kadar çalışanları arasında bir yarışma düzenlemiş de olsa Ole, kendi bulduğu ismi daha çok yakıştırmış olacak ki yukarıda bahsi geçen LEgGodt'u kullanmayı tercih etmiş. İlk lego prototipi ise 1949' da oluşturulmuş, 1958'de ise sistemi ile birlikte bugünkü halini almış. Günümüzde legonun 2400 parçası varmış ve Danimarka, Çek Cumhuriyetii bir de Meksika'daki fabrikalarda üretiliyormuş.
Ben bilmiyordum mesela tüm bu saydıklarımı. Bilmek çok şey katar mı insana, ne işe yarar bilinmez. Ama legonun sıradan oyuncaklardan öte bir hayal makinası olduğu aşikardır.
Benim legolarım olmadı, onun yerine kenarları tırtıklı, çoğunlukla bu tırtıkları kırılan, eğilip bükülen ve de toplamayı unuttuğun zaman annenin gazap aleti gibi ayağına batan noperlerim vardı. Onlarla oynamak benim için gerçekten zorlu bir uğraştı, çünkü ne yaparsam yapayım hayalimdeki evi inşa edemezdim. Oysa ki legosu olan arkadaşlarıma gittiğimde dünyalar benim olur; evler, bahçeler yapar, en çok da o evlerin pencere ve kapılarını takmaktan zevk alırdım. Tabi bir de lego parçalarıyla savaş yapmaktan...
Lego ile etkilişimi sınırlı olan ben mimar olamasam da biliyorum ki pek çok kişin mimari algısının temeli beşli altılı yaşlarında (benim için 9,10,11,12 de dahil) lego oyuncaklarıyla kurduğu samimi iletişime dayanıyor. Bizim üç boyutlu sanal savaşlarımız olmadı (iyi ki de olmadı) ama parça tesiri kuvvetli, vurdu mu morartan lego parçacıklarımız vardı. Lego gerçek bir dünya sundu bizlere içinde emek ve güvenin olduğu.
İşte legolarla yapılmış şahane projeler...Var mı bunlar gibi kanlı canlısı?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)