Cuma, Aralık 18, 2009

DOMUZ GRİBİ AŞIMI OLDUM ARTIK HİÇ BİR DomuZ BANA ZARAR VEREMEZ!




Olalım mı olmayalım mı, "olursak bize ne olur?", "ölür müyüz kalır mıyız?", "sakatlanır mıyız?" derken Demet Teyzemizle birlikte bir cesaret olduk domuz gribi aşılarımızı. Başbakanımızın bile "ben aşı olmam, olana da karışmam" dediği bir ülkede gönüllü olarak gidip aşı olmak cesarete şayan bir durum değildir de nedir ki? Gerçi aşının neredeyse karaborsaya düşmüş olduğu durumundan yola çıkarsak başbakanın görüşünün toplumumuzca çok da ciddiye alınmamış olduğunu söyleyebiliriz sanırım. 3 hafta sonra koruyuculuğu başlayacak, sonrasında açık yüreklilikle "domuzdan da gribinden de korkmuyorum artık" diyebilirim.

Yaz başından beri domuz gribinden, yaklaşık iki aydır da GDO'lu ürünlerden bahsediyoruz. O kadar güvenimiz sarsılmış ki toplum olarak her türlü komplo teorisine inanmaya meyil eder olmuşuz. Kolektif bir şüphe ve kaygı yumağına dolandığımız için haklı olarak devlet organları tarafından yapılan açıklamalara da şüphe ve kaygıyla yaklaşıyoruz. "Virüs aslında ilaç firmaları tarafından mı geliştirildi"," iğneler için kobay olarak mı kullanılıyoruz", "yiyip içtiklerimizle aslında bize gerçek anlamda yutturulanlar ne", v.b. pek çok kaygımız var. Her ne kadar bir kısım düşünce komplo teorisi olarak adlandırılsa da elbette bunların içinde gerçeklik payı da yok değil hani. Gerek pandamik virüs, gerek GDO'lu gıdalar sağlığımız ve yaşam kalitemiz açısından büyük önem taşısa da en az onlar kadar önemli olan amma velakin  ülke gündeminde kendine bu iki durum kadar yer işgal edemeyen başka bir konu daha var ki o  da antibiyotik direnci
Malumunuz geçtiğimiz ayın 18'i antibiotik direnci günü olarak kabul ediliyor ve toplumlar bu konuda bilinçlendirilmeye çalışılıyor. Özellikle bizim gibi geri kalmış daha doğrusu kalkınmakta olan (kibarcası) ülkelerde doktor kontrolünde olmadan kişinin hür iradesi ile başlanıp bırakılan, yardımlaşma kültürümüzün katkısıyla komşudan, eşten dosttan alınan, soğuk algınlığında bile başvurulan antibiyotikler çağımızın belki de sağlık açısından en önemli tehdidi. Batılı ülkeler düzenli ve dikkatli kullanımları sayesinde hala 2. kuşak antibiyotikleri kullanırken ülkemizde 4. kuşak, geniş spektrumlu antibiyotikler kullanılmakta ki bunlar bile çoğu durumda derdimize çare olamamakta. Vara yoğa antibiyotik yazma eğiliminde olan doktorlarımız, "bana bilmem ne marka antibiotik verir misiniz hocam" diyene reçetesi olmasa da istediğini veren eczacılarımızda da suç yok değil hani. Boğaz enfeksiyonunda boğaz kültür antibiyogramı, idrar yolu enf. idrar kültürü yaptırmadan kafasına göre geniş spek. bir antibiyo. yazmak direnci arttıran unsurlar arasında yer alıyor. Kişinin kafasına göre istediği antbiyo. alıp, artık iyileştim deyip yine kafasına göre bırakması, başka bir rahatsızlık durumunda evde hazırda bulunandan bir iki tane alıp yola devam etmesi de direncin oluşumundaki önemli unsurlar arasında. Bu durum öyle ciddi bir durum ki hayatında hiç antibiyotik kullanmamış bebeğimin geçirdiği idrar yolu enfeksiyonu sırasında bile bakterinin geliştirdiği direnç nedeniyle doktorumuz neredeyse kullanacak antibiyotik bulamadı. Öbür bebeğime neredeyse atom bombası ayarında bir antibiotik verilmek durumunda kalındı. Bu durumun bu şekilde devam etmesi halinde en ufak bir enfeksiyon, en basit bakteri bile mevcut antibiotiklere dirençli olduğu için ölümcül olabilecek. Durumun vahameti ortada. Sıradan insanlar olarak bize düşen ise
1. kafamıza göre
2. komşu, arkadaş, akraba tavsiyesine uyarak antibiyotik kullanmamak,
3. soğuk algınlığı, grip gibi hastalıklarda hiç bir işe yaramadığını bilmek (antibiyotikler virüsler için değil bakteri suşları için geliştirilmiştir), bu gibi durumlarda doktorumuzun antb. yazması halinde onu uyarmak,
4. herhangi bir enfek. durumunda özellikle boğaz ya da idrar yolları söz konusu ise kültür antibiyogramını mutlaka istemek.
5. Çevremizi bu konu hakkında bilinçlendirmek. Düşünmek, konuşmak, uygulamak. İşte bu kadar basit. Sağlıkla...

Çarşamba, Aralık 16, 2009

Karlar yağıyor...Bizim kuşlar camdan bakıyor


Hemen hergün yazmak istesem de çoğu zaman uzun uzadıya yazacak gücü pek bulamıyorum kendimde. Malum iki tane aynı yaştaki velede annelik ediyoruz. Enerjimizin de çoğunu onlara feda ediyoruz. Haliyle akşam olup da el ayak çekilince bilgisayarın başına oturduğumda takip ettiğim sitelere girip göz gezdirmek en fazla iki satır yazıp deşarj olmak dışında çok da ciddi işlerle uğraşamıyorum. Bu esnada bile 5/6 kez ikiz canların yanına gidip kolaçan ediyorum ya da onlar beni çağırıyorlar. Ne yapalım canları sağ olsun, kısa bir süre sonra bu yaşananlar da anı olup aile tarihimiz içinde yerini alacak.

Aile tarihimiz içinde yer alacak diğer bir yaşantımız da ikiz canların ilk kez karla tanışması. Malumunuz geçenlerde buralara yılın ilk karı bizimkilerin de ömürlerinin ilk karı düşmüş oldu. Karın yağışını hem sever hem de en büyük doğa mucizelerinden biri olarak kabul ederim. Büyüleyici bir an yani benim için. Bu anı ve tabi ki sonrasını ikiz canlarımla da paylaşmak, onların kişisel arşivlerine hoş bir deneyim, yeni bir öğrenme katmak için koştuk pencerenin önüne, başladık tipi gibi yağan karı izlemeye. Bizim memlekette kar usul usul yağar. Burada tipi gibi yağıyor maaşallah. E Ege - Karadeniz farkı o kadar olacak değil mi? Neyse efendim benim bu kadar sevdiğim ve görünce heyecanlandığım bu doğa olayı bizim canlara pek bir normal geldi. Hem camdan bakar hem de sonrasında dışarı çıkıp gezinirken bizim ikiz canlar gayet umursamaz, bir o kadar "cool" takılırken ben 9 aylık veledlerden daha çocuktum. Kim bilir belki onlar da büyüdükçe alayacaklar karkBir kaç anı sizinle paylaşmak bunu da buraya not düşmek istedim. Darısı yeni deneyimlerimizin başına...


Cuma, Aralık 11, 2009

"Her Derde Deva Domuz Gribine Şifa"



Çok gezen mi bilir çok okuyan mı diye bir söz vardır ya, şu sıralar çok gezen taifesi olarak "gezelim görelim", "yörelerimiz yemeklerimiz" tadında bir yaşam sürdüğümüz için Bolu dolaylarından bir lezzet ile ilgili yazmak yakışır diye düşündüm. E bir de ev annesi modunda takılmam dolayısıyla şu sıralar haliyle yeme içme, çocuk bakma, kadın kuşağı programları, dikiş nakış, el işi göz nuru, ev dekorasyonu v.b. dışında yazacak çok da malzemem yok elimde. Laf aramızda yeniden aktif bir çalışan oluncaya kadar bunlarla idare etmek zorunda olacağınız için  üzüntülerimi dile getirmeyi de bir borç bilirim.

Efendim fotoğrafta görmüş olduğunuz çorba Bolu'ya özgü "kızılcık tarhanası" olup bizzat ezgi tarafından pişirilmiş, üzeri  tereyağında nane ile sotelenen http://www.portakalagaci.com/ 'dan tariflenilerek hazırlanmış pidecikler ile süslenmiştir. Bu pidecikler sayesinde tadının biraz daha birşeye benzediği düşünülmektedir. Adı üzerinde içinde kızılcık buluduğu için tadı normal tarhanaya göre biraz daha ekşimsi, rengi ise mürdümsüdür. Foroğraf çok da berrak olmadığı için rengi tam olarak anlaşılmasa da neredeyse altında bulunan örtünün rengi ile aynıdır (Kendimi g.g.'da ürün satan biri gibi hissettim o ayrı mesele). Bolu halkının anlatısına göre karın ağrısı, soğuk algınlığı v.b. durumlarda ilaç niyetine tüketilen bir yiyecekmiş. Biz herhangi bir rahatsızlık baş göstermeden tükettiğimiz için vitamin olup kuş olsun domuz olsun bilimum grip türlerinden, mide barsak haşeratlarından bizi koruyacağını düşünmekteyiz. Ekşiyi çok seven ikiz canlarımın da yalana yalana tükettiğini söylemeden edemeyeceğim. Buradan çocukların da zevkle içebileceği sonucunu çıkartmak örneklem sayısının yetersizliği nedeniyle yalnış olabilir. O yüzden annelere tavsiyem bulun buluşturun bu tarhanadan çocuklarınıza özellikle domuz gribinin tepe yaptığı bu soğuk kış günlerinde yapıp içirin.
Eğer yolunuz Bolu'ya düşerse Bolu Çikolatası, köy ekmeği, keş ve kızılcık tarhanasını tatmadan hatta sevdiklerinize almadan buradan ayrılmayın. Bolu'da tadıp da "hımmm ilginçmiş" diyeceğiniz fazla da birşey yok zaten.

Pazartesi, Aralık 07, 2009

Yeniden yaşamak...

ikiz canlar daha özgürce hareket edebilmeyi öğrensin diye istendiğinde taş devri aracı formunda bir moto-bisiklete dönüşebilecek evdeki mobilizasyon aracımız. :)
Bu bloğun adını ikizlerimle geziyorum olarak değiştirsem yeridir diye düşünüyorum. Canlarım canıma can kattığından beri pek bir mobilize olduk ailecek. "Mobil yaşam" terimi ancak bu kadar yakışır bir aileye. Hadi ben severim tebdil-i mekanı ama bu veledler ben de gezginci çıktı maaşallah. Evliya Çelebi misali seyahat ya Allah mı dedik bilemiyorum. Özetleyecek olursak önce babamız ardından biz taktık sepetimizi kolumuza evvela Eskişehir sonrasında Bolu düştük yollara...İki şehir arası her bakımdan arafta...
Son 1.5 yılımız bu mobilizasyon süreci içinde geçip gittiğinden ben de bir miktar ihmal etmek durumunda kaldım buraya yazmayı. E bir de hiç alışkın olmadığım bir rolde en iyisi olma çabam gündenmden kopmama, blog yazarlığı rolümü de ertelememe neden oldu desem meramımı anlatmış olurum sanırım. Şikayetçi miyim? Elbette hayır. Ev kedisi modunda dünyanın en eski, eski olduğu kadar yorucu ama bir o kadar zevkli işi ile uğraşıyor canlarımla birlikte yeniden yeniden büyüyorum. Büyümenin ve gelişmenin ne denli zahmetli bir iş, ne kadar güçlü bir çaba gerektirdiğini gözlüyorum. Bir (ki ben iki) insanın gelişim sürecine böylesine yakından şahitlik etmek on(lar)unla birlikte yaşamı zenginleştirmek hiç şüphe yok ki paha biçilmez bir durum. İş bu sebepten ben de çalışan ve anne olan pek çok kadın içinde kendimi şanslı adlediyorum.
Ezgi şu sıralar ikiz canları ile büyümek dışında yeni mekanlar yeni insanlar keşfetmekle, kendinin olmayan bir ortamı kendilemeye çalışıyor. İçinde bulunduğu mekanı hem ikiz canları hem sevdiği ve kendi için imkanları el verdiği ölçüdedaha yaşanabilir bir yere dönüştürme telaşı içinde çabalayıp duruyor. Ezgi fırsat yaratabildiği sürece yazmaya devam ediyor, edecek de....

Pazar, Ağustos 16, 2009

Yaşamın kıyısında...

Uzun...Çok uzun zaman oldu yazmayalı. Her yazının olduğu kadar her yazmayışın da bir anlamı var elbet. Yazılar birikimlerle gelir, birikimler yaşanmışlıklarla. Ezgi de yazmaya ara vediği bu süreçte yaşantı doldurdu birgün içine gireceği kefenine. Önce içinde bir canlının büyümesini, ona verilen hayatın kaynağı olabilmeyi istedi. Öyle çok istedi ki sonunda istekleri kabul oldu. Hem de bir değil iki canın kaynağı olarak. Buna sevindi, hem de çokkk. Sonra yaşadığı yerden çooook uzaklara gitti sevdiğinin peşinden içinde beslediği canlarla. Yeni bir kenti keşfe koyulurken yeni insanlar da tanıdı eskiyi unutmayarak... Sokak sokak, mekan mekan keşfe çıktı taşıdığı canlar ile birlikte bu yeni kentte. Ama uzun sürmedi buradaki yaşamı. Bir de baktı ki tek perdelik bir oyunmuş bu yaşantı. İkinci perde yine geldiği kentte, tanıdık bildik sokaklarda...Ama tepetaklak... Sonra içindeki canlar zuhur etti, birer birey olarak bu aleme düşüverdi. Uzun ve meraklı bir bekleyişin ardından kavuştu ezgi canlarına..."Böyle bir sevgi olamaz" derdi daha önce bir canın kaynağı olanlar, ezgi de merak ederdi ya sonunda tattı o da o çok merak ettiği duyguyu. Hak vererek kendinden öncekilere... Sonra bir kesif sessizlik kapladı dünyasını hayal kırıklıkları ile beraber. Şaşırdı, hem de çok şaşırdı o çok güvendiğinin hallerine...Yalnızlaştı, suskunlaştı, dalgınlaştı, bir garip hallere düştü. Yaşamam, yaşayamam dediklerini yaşadı şu son bir yılda ve bir kez daha gördü herşeyin insanlar için olduğunu... Yaşamı alt üst olmuş bir ezgi var şimdi. Ama öylesine güçlü, öylesine emin yaradanından. Can vermenin ne demek olduğunu biliyor ya gerisi bir ara taksim şu kısa yaşamında. Bilinmez ya ötesi bir yaşamda o yüzden ne malum altının üstünden daha güzel olmayacağı...Sadece seyr eylemek gerekir belki kıyıya çekilip. ............................................................... Evet alt ve üst, üst ve alt. Neden hep birileri üstte birileri altta olmak zorundadır şu hayatta. Sevmiyor ezgi birilerinin hükümranlığı altında yaşamayı. Çünkü biliyor iki noktadan bir doğru iki doğrudan bir eşitlik olabileceğini. İnanıyor insanlar için de matematiksel çözümlerin olabileceğine ve soruyor "bir eşitlikte paralelce yürümek sizce de daha güzel değil midir?"

Cumartesi, Ağustos 15, 2009

Çarşamba, Ocak 07, 2009

Kerbela Olmuş Filistin Bir Duyan Olsa...

Bugün eski aya göre Muharrem' in 10'u. İslam tarihi açısından Kerbela Olayı'nın yaşandığı ve Hz. Hüseyin'in Emeviler tarafından katledilerek şahadete ulaştığı günün yıl dönümü. Bu önemli gün her ne kadar İslam tarihi açısından derin bir acı ile anılsa da bazı rivayetlere göre Hz. İsa'nın doğuşu, Hz. Nuh'un tufandan ve Hz. Musa'nın firavunun elinden kurtuluşu gibi güzel olayları da barındırmakta. Bu güne rast gelen bu kurtuluş Hz. Musa'ya inana İsrailoğulları'nın da kurtuluşu anlamına gelmekte. Ancak ne yazıktır ki kendine Musa'nın çocukları diyen İsrailoğulları kutsal bildikleri topraklarda hem de bir anlamda kurtuluş günlerinde başkalarına zulüm etmekteden çekinmiyorlar. Dost ve müttefik ülkeleri ABD gibi ağızlarına doladıkları "terör" sakızını çiğneyerek devlet terörünün en alasını yapmaktan geri kalmıyorlar sivil halkın üstüne bombalar yağdırırken. Ölen sivilleri, çocukları, kadınları potansiyel terörist olarak değerlendirdiklerinden olsa gerek (?). Amacım ne demogoji yapmak, salya sümük bir yazı yazmak ne de Hamas'ın, El Fetih'in tarafgirliğini yapmak. Militarist her türlü eylemi, sömürü düzenini insana yakıştıramayan biri olarak hem Filistin içindeki örgütleşmeleri hem de İsrail'in sözde Hamas, özde sivil halk üzerinde yürüttüğü harekatı dehşet verici buluyorum.
Daha da acısı dökülen bu kanlara, ölen masum insanlara seyirci kalmayı tercih ederek suça göz yuman, suskunluğu ile adeta olan bitene destek veren ülkelerin politik ve ahlaki anlayışları. İnsan, insanlığından utanıyor tüm bu olan biten karşısında ve bir şey yapmalı diyor.
(Filistinli dostu Osama'ya e-posta yolluyor ezgi, önce sağlıklarını soruyor ailesinin, sonra da yapabileceği ne varsa onlar için. Ama Osama'dan yanıt gelmiyor...Bir ses bekliyor ezgi, bir işaret iyi olduklarına dair; bencilce olsa da en azından onların iyi olduğunu bilmek istiyor hayatını kaybeden onca insan varken. )
Filistin bir kez daha Kerbela'ya dönmüş durumda. Tarih tekerrür ediyor Muharrem Ayı'nın 10'unda ve bugün kim bilir nice Hüseyinler ölüyor Gazze sokaklarında adaşlarının yolunda...

LinkWithin

Related Posts with Thumbnails