Olalım mı olmayalım mı, "olursak bize ne olur?", "ölür müyüz kalır mıyız?", "sakatlanır mıyız?" derken Demet Teyzemizle birlikte bir cesaret olduk domuz gribi aşılarımızı. Başbakanımızın bile "ben aşı olmam, olana da karışmam" dediği bir ülkede gönüllü olarak gidip aşı olmak cesarete şayan bir durum değildir de nedir ki? Gerçi aşının neredeyse karaborsaya düşmüş olduğu durumundan yola çıkarsak başbakanın görüşünün toplumumuzca çok da ciddiye alınmamış olduğunu söyleyebiliriz sanırım. 3 hafta sonra koruyuculuğu başlayacak, sonrasında açık yüreklilikle "domuzdan da gribinden de korkmuyorum artık" diyebilirim.
Yaz başından beri domuz gribinden, yaklaşık iki aydır da GDO'lu ürünlerden bahsediyoruz. O kadar güvenimiz sarsılmış ki toplum olarak her türlü komplo teorisine inanmaya meyil eder olmuşuz. Kolektif bir şüphe ve kaygı yumağına dolandığımız için haklı olarak devlet organları tarafından yapılan açıklamalara da şüphe ve kaygıyla yaklaşıyoruz. "Virüs aslında ilaç firmaları tarafından mı geliştirildi"," iğneler için kobay olarak mı kullanılıyoruz", "yiyip içtiklerimizle aslında bize gerçek anlamda yutturulanlar ne", v.b. pek çok kaygımız var. Her ne kadar bir kısım düşünce komplo teorisi olarak adlandırılsa da elbette bunların içinde gerçeklik payı da yok değil hani. Gerek pandamik virüs, gerek GDO'lu gıdalar sağlığımız ve yaşam kalitemiz açısından büyük önem taşısa da en az onlar kadar önemli olan amma velakin ülke gündeminde kendine bu iki durum kadar yer işgal edemeyen başka bir konu daha var ki o da antibiyotik direnci.
Malumunuz geçtiğimiz ayın 18'i antibiotik direnci günü olarak kabul ediliyor ve toplumlar bu konuda bilinçlendirilmeye çalışılıyor. Özellikle bizim gibi geri kalmış daha doğrusu kalkınmakta olan (kibarcası) ülkelerde doktor kontrolünde olmadan kişinin hür iradesi ile başlanıp bırakılan, yardımlaşma kültürümüzün katkısıyla komşudan, eşten dosttan alınan, soğuk algınlığında bile başvurulan antibiyotikler çağımızın belki de sağlık açısından en önemli tehdidi. Batılı ülkeler düzenli ve dikkatli kullanımları sayesinde hala 2. kuşak antibiyotikleri kullanırken ülkemizde 4. kuşak, geniş spektrumlu antibiyotikler kullanılmakta ki bunlar bile çoğu durumda derdimize çare olamamakta. Vara yoğa antibiyotik yazma eğiliminde olan doktorlarımız, "bana bilmem ne marka antibiotik verir misiniz hocam" diyene reçetesi olmasa da istediğini veren eczacılarımızda da suç yok değil hani. Boğaz enfeksiyonunda boğaz kültür antibiyogramı, idrar yolu enf. idrar kültürü yaptırmadan kafasına göre geniş spek. bir antibiyo. yazmak direnci arttıran unsurlar arasında yer alıyor. Kişinin kafasına göre istediği antbiyo. alıp, artık iyileştim deyip yine kafasına göre bırakması, başka bir rahatsızlık durumunda evde hazırda bulunandan bir iki tane alıp yola devam etmesi de direncin oluşumundaki önemli unsurlar arasında. Bu durum öyle ciddi bir durum ki hayatında hiç antibiyotik kullanmamış bebeğimin geçirdiği idrar yolu enfeksiyonu sırasında bile bakterinin geliştirdiği direnç nedeniyle doktorumuz neredeyse kullanacak antibiyotik bulamadı. Öbür bebeğime neredeyse atom bombası ayarında bir antibiotik verilmek durumunda kalındı. Bu durumun bu şekilde devam etmesi halinde en ufak bir enfeksiyon, en basit bakteri bile mevcut antibiotiklere dirençli olduğu için ölümcül olabilecek. Durumun vahameti ortada. Sıradan insanlar olarak bize düşen ise
1. kafamıza göre
2. komşu, arkadaş, akraba tavsiyesine uyarak antibiyotik kullanmamak,
3. soğuk algınlığı, grip gibi hastalıklarda hiç bir işe yaramadığını bilmek (antibiyotikler virüsler için değil bakteri suşları için geliştirilmiştir), bu gibi durumlarda doktorumuzun antb. yazması halinde onu uyarmak,
4. herhangi bir enfek. durumunda özellikle boğaz ya da idrar yolları söz konusu ise kültür antibiyogramını mutlaka istemek.
5. Çevremizi bu konu hakkında bilinçlendirmek. Düşünmek, konuşmak, uygulamak. İşte bu kadar basit. Sağlıkla...