Nasıl bir hırsla büyüyor nasıl bir hırs büyütüyoruz kendimizle birlikte? Doğada kalma mücadelesinin neresinde yolsuzlaşıyoruz? Bir ev, sonra daha büyük bir ev, bir villa; orta halli bir arabanın yerine daha lüksü, daha büyüğü daha gösterişlisi; bir elbise sonra bir yenisi, bir yenisi daha, eskimesine gerek kalmadan bir yenisi daha...Bir çanta, ihtiyaç duymasak da bir çanta daha; iyi bir iş, bir makam, bir ünvan...Tüm bunlar için daha çok para ve gözü dönmüş canavara doyurulması gereken yeni bir hırs daha...Hayat devam ettikçe bu listenin uzayıp gitmesi de mümkün görünüyor ta ki bir yabancı gelip yüreğimize dokunana, içimizdeki iyinin kıpırdanmasına yardımcı olana kadar. Bir yabancı gelip öncesinde bizim için önemli olan tüm maddi değerleri alt üst edene, güvendiğimiz insanların aslında sandığımız kadar güvenilir olmadığını anlamamıza yardımcı olana kadar.Yüreğimize dokunan o el, içimizdeki iyiliği, yalnız bırakılmış sevgiyi harekete geçirene ve bizi biz yapan tüm maddi öğelerden kurtulmaya hazır hale gelmemizi yani Mevlana'nın tabiri ile pişme kıvamına gelmemizi sağlayana kadar. Ferzan Özpetek, temel bir dürtü olan sahip olma hırsını modern dünyaya taşıyan insanoğlunun yüreğine "Kutsal Yürek"le tüm dinleri kucaklayan ilahi bir el uzatıyor. O eli kavramak sancılı bir bireysel ve toplumsal farkındalığa ulaşmayı sağlıyor. İnsanı insan yapanın oturduğu ev, bindiği araba, giydiği kıyafetlerin markasından öte şeyler olduğunu, ancak sahip olunan maddileri paylaşarak gönül yoksulluğundan kurtulabileceğini söylüyor Ferzan, ve ekliyor "Her insan iki yürek taşır bunlardan biri iyi diğeri ise kötüdür ve biri diğerini gölgeler. Eğer kişi kısa bir süreliğine de olsa iyi olan saklı yüreğin ışığını görebilirise onun kutsal yürek olduğunu anlar." Bu filmi geç olsa da izleyebildim. Henüz izlemeyip de benim gibi sarsılmaya, hakikat-i dumura uğramaya hazır olanlara tavsiye ederim.
Pazartesi, Şubat 19, 2007
Çarşamba, Şubat 14, 2007
Aşk' a...
Zordur bir aşkı taşımak hele ki omuzlarında değerlerin yükü varsa...
Zordur bir aşkı yaşamak hele ki üçüncü kişiler tarafından kuşatılmışsa..
Zordur bir aşkı paylaşmak araya sınırlar giriyorsa...
Ve zordur bir aşkı sürdürmek mantığın hapishanesine kapatılmışsa duygular.
"Mutlu aşk yoktur" der Aragon. Aşkı acıyla özdeşleştirerek. Acı kamçısıdır aşkın, açtığı yaraların ilacı ise sadece aşktır. Acı ve haz döngüsel bir etkileşimle aşkı vareder. Acının hazzı, hazzın bıraktığı acı...Olmadımı aşk da olmaz...
Aşk mutsuzluğu vaadeder, çelişkiyi, karmaşayı...Budur aşkı aşk yapan. Mutluluk vermez öznesine, verdimi o aşk değil başka birşeydir. Çünkü aşkın kaynağı kutsal bahçelerin yasak meyvelerinde gizlidir. Feda etmeyi gerektirir uğruna bir hayatı.Ki o hayat bazen bir cennete bedeldir.
Bir Tavsiye: Bugün iki film birden kuşağı yapın ve Wong Kar Wai' nin "In the Mood of Love" ve "2046" filmerini izleyin. Aragon' un "Mutlu Aşk Yoktur" şiirinin görsel bir festivale dönüşünü izlemek aşkın acıyla bütünleşen hazzını yaşatacaktır. Bundan eminim.Not: Bu yazı bir dosttan ilham alınarak yazılmıştır.
Salı, Şubat 13, 2007
Küresel Isınma,Castro,Düdüklü Tencere ve Bizimkiler
Dünya şu sıralar en çok Küresel Isınmayla beraber gelen iklim değişikliklerini ve bu değişiklerin doğal sonucu olan kuraklık, sel ve fırtına gibi felaketler üzerinde tartışıyor. Bilimsel platformlarda kıyamet saati yeniden ayarlanırken, belgesel yapımcıları ve bu konuyu kendine dert edinmiş bazı politikacılar ayarlanan saatte akreple yelkovanın kavuşma anına kadar geçecek sürede biz insanoğlunu bekleyen felaketleri bir bir gözler önüne seriyor. Konu öyle bir hale geldi ki artık bayanların kabul günlerinde, kahvehane muhabbetlerinde, rakı sofralarında dahi dillendirilir, hatta ve hatta hararetlendirilir oldu. Laf aramızda dünya hararet yapmış gidiyorken dost meclislerinde "Ne olacak bu dünyanın hali?" dememek ve üstüne bolca hayıflanmamak Türkiye insanına pek yakışmazdı.
Dünya ve tabi ki Türkiye bu möhim konu ile çalkalır, haber programları bangır bangır küresel ısınmayı bağırırken ülkemizin mukaddes politikacıları da büyük bir cengaverlikle bu ehemmiyetli konuya bir el atıverdi. Çevre ve İklim politikaları konusunda üzerine düşen tüm görevleri yerine getiren enerji, çevre ve tarım bakanlarımız bir araya gelerek son olarak halkı bilinçlendirme ve uyarma görevlerini de yerine getirmek sureti ile Türkiye' nin alabileceği her türlü önlemi almış oldu. Bu önlemler çerçevesinde halkım artık dişini fırçalarken, traş olurken ve yıkanırken muslukları mümkün mertebe kapatacak, bulaşıkları elinde değil makinada yıkayacak, çamaşırları ön yıkama yapmadan yıkarken çiçekleri ve bahçeleri de damlata damlata sulacayak ve en önemlisi yemeklerini artık DÜDÜKLÜ TENCEREde pişirecekti. Çünkü düdüklü tencere az zamanda az enerji ile çok yemek pişirebilme kabiliyetine sahip bir araçtı ve hanımlarımızın küresel dünyamızın ısısı için yemeklerinin ısısını ayarlaması en önemli tedbirlerin başında geliyordu. Kaybedeceği milyon dolarları göz önünde bulundurup Kyoto Protokolüne imza atma cesaretini gösteremeyen, Yatağan'ı duman altında boğduran, Gökova ve Amasra gibi Cennet mekanlara termik santrali layık gören, Akdenizin en güzel yerlerinden birine Nükleer santral yapılmasını destekleyen, rüzgar ve su gücü yönünden Avrupa'nın en zengin ülkelerinden birinde güneş, su ve rüzgar gibi en has enerji kaynaklarını değerlendirmeyip kömür ve petrol gibi alternatiflerini has enerji yerine koyan, sanayisinin kullandığı doğal gazını ihraç eden hükümet(ler)imiz her türlü politik ve dolayısıyla stratejik önlemi alması nedeni ile 2005 yılında Gominist diye beğenmedikleri Küba lideri Castro' nun düdüklü tencere kampayansını ülkemiz için önemli bir tedbir olarak görmüş olacak ki bunu basın ve yayın organları ile halka duyurmakta bir sakınca görmemiş.Evet ben de bu kampanyaya destek veren bir çevreci olarak diyorum ki:
Türkiye Kyoto protokolüne imza at!
Türkiye termik ve nükleer santrallere hayır de!
Türkiye dışa bağımlı bir enerji politikası istemediğini haykır ve en önemlisi " Yemekleri düdüklü tencereye doldur, küresel ısınmayı durdur!"
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)