Daha önce yazdıklarımı takip edenler özellikle son zamanlarda konar göçer bir aile yapısına sahip olduğumuzu bilirler. Bir gittiğimiz yerde altı aydan fazla kalamamak gibi bir özelliğimiz var. Tam bir yörük ailesi gibiyiz. Bir çadırımız eksik yanımızda, o da olsa tas tamam olacak herşeyimiz. Tamam göçmen bir ruha sahip bir insan olduğum, uzun süre aynı şehirden, aynı mekandan sıkıldığım bilinir çevremde. Yeni bir kente gittiğim zaman yaşadığım kollektiflik hissi beni cezbeder. Kimseyi tanımadan rahatça dolaşmak caddelerde, sokaklarda; yeni insanlar tanımak, onların yaşamına dahil olmak, kendi yaşantımın içine dahil etmek hep cazip gelmiştir. Ama bu kadarı inanın bana bile fazla gelmeye başladı artık. Çünkü ayrılıklar, ayrılmak zorunda olduklarım gönlümü yormaya, aklımı kurcalamaya başladı. Yaşlanıyorum sanırım.
Malumunuz son altı aydır da Bolu'da yerleşik durumdaydık. Taaa ki bu hafta aldığımız, biraz da almak zorunda kaldığımız karara kadar. Bolu sayfasını bu hafta sonu kapatıyoruz. Ve yine geçmişimize dönüyoruz. Bizi bir türlü bırakmayan o kente. Ha orada ne kadar kalırız orası da bir muamma...Yeni arayışlar içindeyiz. Belki yeni kentler. Ama bu sefer biraz daha uzun, biraz daha kalıcı olmasını umut ettiğim bir arayış. Kim bilir bundan sonraki durağımız Denizli olur, belki İzmir, belki Malatya, Çorlu, İstanbul, Kahire, Bişkek ya da başka bir kent. Belki sizin kentiniz olur ne malum. Biz geliyoruz, ikiz canlarım, babamız ve ben. Bizi bekleyin, geldiğimizde bağrınıza basın ve lütfen bu sefer göçüp gitmemize izin vermeyin.
Perşembe, Nisan 22, 2010
Perşembe, Nisan 08, 2010
3 SAAT Bir ÖSS Belgeseli
3 Nisan 1997, Pazar sabahı soğuk, karlı ve heyecanlı bir güne uyandığımı hatırlıyorum. Onca emek, hazırlık hepsi üç saat içinde ortaya konacak, kaderim büyük oranda o gün belirlenecekti. Benim gibi daha nice milyonlar vardı aynı heyacanı yaşayan. Annemin verdiği okunmuş pirinçleri ardından okunmuş şekerleri ve suyu içtikten, hatim dualarımızı yaptıktan sonra çıktık yola. Yolda büyük oranda heyecan e pir parça da soğuktan tir tir titrediğimi hatırlıyorum. Onca yıl geçmiş olmasına rağmen herşey dün gibi hatırımda hala...Ne zor ne sıkıntılı bir gündü...Pek çokları gibi benim için de adeta ölüm kalım meselesiydi. O dönemlerde öylesine odaklanmıştık ki bu konuya, hayatta daha önemli mevzuların olabileceği aklımızın ucundan bile geçmiyordu. Hani insanın neresi ağrıyorsa canı orada atar ya. Bizim de ağrıyan yanımız işte buydu. Pek çoğumuzun kıyamı o gün belirlenecekti. Ya var olacak, bir sonraki aşamada da aynı heyecanı yaşayacak ve bir şansımızın daha olduğunu bilecektik ya da daha bu noktada elenip tüm şansımızı bir sonraki seneye erteleyecektik. Beğensek de beğenmesek de Türkiye gerçeği buydu ve biz kurbiş ergenler olarak sisteme ne kadar müdahale etmek istesek de eninde sonunda onun içinde yer almak zorunda olduğumuzu biliyorduk. En yakınımızı, sırlarımızı paylaştıklarımızı bile rakip olarak görmek zorunda olduğumuz bir dönemden geçiyorduk, ve belki de ilk kez hayatın bu kadar acımasız olduğunun farkına varacaktık...
ÖSS'ye girip soruların önüme geldiği o an kalbimin yerinden çıkacağını hissettim önce, sonra sesini dinledim, kulaklarımın içinde atan o sesi... Ve salonun sessizliğinde heyecanla soluk alıp veren diğer nefesleri. İlk sorularım "analitik geometriden" gelmişti ve ben ilk üç soruda yarım saatimi yemiştim. Bu iş zamanla yarıştı ve ben zamana karşı kaybetmeye başlamıştım bile...3 saatin sonunda sınav salonunu terk edip dışarıda beni bekleyen ailemin yanına gittiğimde ağlayarak olmadı, yapamadım demiştim. Aslında heyecanlanmamış olsam, onca hazırlanmaya karşı böylesine amatörce yaklaşmamış olsam belki daha iyi bir başarı gösterebilirdim, ama heyecanlanmıştım işte bir kere ve kontrol edememiştim kendimi. Çünkü hayatımın en önemli aşamalarından biriydim ve başarmak zorundaydım.
Bu yaşadığım başarısızlık duygusu, yılgınlığa ve bir süre sonra bıkkınlığa dönüştü.Ta ki sınav sonuçları açıklanıncaya kadar...Evet kendimi başarısız olarak görsemde aslında ortalamanın üzerinde bir başarı elde etmiş, pek çok kişiyi geride bırakmıştım. Bu kişiler arasında dostum olarak gördüklerim bile vardı ve ne yalan söyleyeyim bu beni biraz olsun rahatlatmıştı. Oysa benim dostluk anlayışım içinde bu duygular haram sayılırdı ki ben bu noktada ciddi anlamda günahkar olmuş, dostlarıma karşı vicdan azabı yaşamaya başlamıştım...
O zamanlar bizler, bizden sonrakilerden bir noktada daha şanslıydık ya da şanssız bilemiyorum. Çünkü bizi bekleyen bir üç saatimiz daha vardı. Toplamda 6 saatlik bir maratondu yani bizimkisi. Başka bir deyişle 3 saatlik büyük kabusumuz bizi orada beklemekte ve biz başımıza nelerin geleceğinden habersiz yarışmaya devam etmek zorundaydık...
ÖSS'nin yaklaştığı şu günlerde aklıma kendi ÖSS maceram düşüverdi yine. Hemen her sene olduğu gibi. Öylesine kazınmış ki yüreğime, belleğime, öylesine önemli adletmişim ki hayatımda maalesef her ÖSS, ÖYS lafı geçtiğinde hortlayıveriyor anılarım ve ne şimdiki genç arkadaşlarımın ne de çocuklarımın yaşamasını istiyorum bu anlamsız heyecanları...Bitsin artık diyorum, bari bizim çocuklarımız yaşamasın bu anlamsız rekabeti...
İşte bu anlamsız rekabeti, kendi haricinde herşeyi anlamsızlaştıran bu sınav anlayışını çok güzel bir şekilde ortaya koyan bir belgesel hazırlandı 2008 senesinde. 6 gencin ÖSS macerasını anlatan belgeselin yapımcıları Doç.Dr. Serdar Değirmencioğlu ve Can Candan. Yönetmeni ise yine Can Candan. Adları Melis, Çiğdem, Yunus, Edin, Deniz ve Mert olan bu 6 genç aslında milyonlarca gencin temsili yaşantısını, heyecanlarını, kaygılarını, beklentilerini ortaya koyuyor...Duygularına tercüman oluyor. Türkiye'nin önemli bir gerçeğini yansıtan ve pek çok film festivalinde ödüle layık görülen bu belgeselin şimdi DVD'sini alıp izleyebilir, genç arkadaşlarla paylaşabilir en azından onların yaşantılarını anlamak için bir adım atabilirsiniz. Konu ile ilgilensin ilgilenmesin herkesin izlemesini şiddetle tavsiye ediyorum. Linki tıklayarak filmin satıldığı web sayfasına ulaşıp kolayca edinebilirsiniz. Lütfen büyük bir emek ve özveri ile gerçekleştirilen bu projeye değer verelim ve korsanına kaçmayalım.
Gelecek nesillerimizin ÖSS'den kurtulabilmesi dileğiyle...:))
Perşembe, Nisan 01, 2010
Açalım, Açılalım, Açılım: Önyargıları Kıralım...
Bundan yaklaşık 4, 5 sene öncesiydi. Yüksek lisansımı tamamlamam için bir tez konusu seçmem gerekiyordu. Ben de danışman hocamın izniyle hem uzmanlık alanımı ilgilendiren hem de ülkemiz açısından çok kritik olduğunu düşündüğüm bir konuyu çalışmaya karar vermiş bulundum. Bulunmaz olaydım. Literatürümün neredeyse tümünü tamamlayıp, yarı deneysel çalışmamın materyallerini büyük bir özveriyle hazırladıktan sonra gerekli izinler alınmış sıra uygulamaya gelmişti. O gün heyecanla girdiğim uygulama salonundan "vatan haini" damgasıyla çıktığımı hem de meslektaşlarım tarafından yaftalandığımı ömürbillah unutamayacağım herhalde. Çalışmamı ve kendimi anlatmakta bir hayli zorlandığımı, üstelik "önyargılardan" arınmış olması, etik olarak kesinlikle "ayrımcılık" yapmaması gereken bir meslek grubu karşısında bunları yaşadığımı hiç unutmayacağım. Önyargıları ve kalıpyargıları araştırayım diye yola çıkmışken bizzat kendim önyargıların nesnesi, hedefi haline gelmiş oldum. Eh biraz da kötü bir zamanlamanın, gündemin kurbanı olduğumu da söyleyebilirim. Hrant Dink yeni öldürülmüş, ortalık Hrantcılar ve diğerleri diye zaten kamplanmıştı. İşte böyle bir zamanda toplumsal önyargıları, kalıpyargıları araştırmak çok akıl karı değildi belki ama benim de projeyi kısıtlı bir zaman içerisinde tamamlamam gerekiyordu. Neticede o çalışma uygulama aşamasında çuvalladı. Ezgi ise başka bir tez konusu buldu. Yeni konusu içinde "kimliğe" ilişkin öğeler barındırsa da önyargılardan uzaklaşmak zorunda kaldı. Bir darbe, üzücü bir durumdu tabiii.Onca emek, heyecan v.s. ile birlikte meslektaşlarımın tutumları karşısında duyduğum hayal kırıklığı birbirine karışmıştı.
"Ayrımcılık" yasasının, "açılım paketleri"nin konuşulduğu şu günlerde aklıma yine tamamlayamadığım tez çalışmam geldi. O günlerde de kadrolar hükümete yakın çevrelerden oluşturuluyordu, şimdi de öyle. Çünkü hükümet aynı hükümet, kaçıncı olduğunun bir önemi yok. O zihniyetin temsilcisi olarak "Türkiye'de Türk'ten başka yaşayan yok ki" diye söyleyenler şimdi açılım hareketi karşısında ne yapıp ne düşünüyorlar çok merak ediyorum doğrusu. O dönemlerde beni vatan haini ilan edenler şimdi aynı hükümetin "ayrımcılık" yasasına ilişkin girişimleri karşısında ne hissediyorlar, onları da vatan haini olarak görüyorlar mı bilmiyorum? Onlar da değiştirebildiler mi zihniyetlerini bu dört yıl içinde? Evet teoride düşünülenler, yapıp edilmeye çalışılanlar gerçekten hem umut verici hem de sevindirici. Ama bu anlayış, temel zihniyeti oluşturan tabana yayılmadıkça, uygulamaya dökülmedikçe maalesef samimiyetten uzak kalmaya devam edecek. Tezim neticelenemese de bilimsel anlamda bana gerçekleri tüm çıplaklığıyla göstermişti, umarım şimdinin gerçekliği ile o zamanınki arasında haylice fark vardır ve bu konular artık konuşulmayan tabular arasından çıkarak bilimsel anlamda da incelenmeye başlanır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)